KIRKINDAN SONRA SAZ ÇALMAK

Bir işe vakti geçtikten sonra heves etmeyi ifade eden bu halk deyişini hatırlarsınız sanıyorum. İşte benimki de tam bu deyişe uygun bir heves oldu diyebilirim.

Bürokraside, özel sektörde, sivil toplum yöneticisi olarak geride kalan uzun ve bir o kadar yıpratıcı, yorucu yılların ardından yavaş yavaş dolan bir kabın taşma aşamasına gelmesi gibi artık zamanı gelmiş olmalı ki elimden eksik olmayan kalemi bu kez farklı amaçlar için kullanmaya başladım. Önce zorluklarla dolu bir ülkede yaşanan zor bir yaşamdan kesitler sunarak işe başladım. Hayata gözlerimi açtığım ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği kentin daha doğrusu Anadolu coğrafyasının geniş bir bölümünün yaşam tarzından, örf, adetlerinden o yılların Türkiye’sinden belleğimde kalan ve halen canlılığını koruyan anı parçalarını kaleme aldım. Sonrasında meslek hayatımı, hızla yükseldiğim üst düzey görevlerdeki tanıklıklarımı, acı ve tatlı Türkiye gerçeklerini okurlarımla paylaştım. Genç emeklilik yıllarım, o yıllarda karşılaştığım çarpıklıklar, gariplikler içine daldım. Böylece sevgili annemin isim annesi olduğu ilk kitabım “Sen İşini Kış Tut Yaz Çıkarsa Bahtına” ismini taşıyan ilk kitabımı elime aldım.

O ilk kitabın bende yarattığı mutlulukla vakfımızın yayın organında yıllar boyu yazdığım haftalık yazılarımı “Bir Bürokratın Gözünden Biraz Ordan Biraz Burdan” ismiyle ikinci bir kitapta topladım. Bakın bu ikinci kitabım nasıl tanıtılmış. “Bu ülkenin gören, düşünen, sorgulayan her yurttaşının gördükleri ve yaşadıkları yanlışlıkları, çarpıklıkları ve güzellikleri bunlara ilişkin eleştirilerini, öfkesini, beğenisini de ifade ile her kuşaktan insana tercüman olacak şekilde kaleme alan yazar, öngörüleri verdiği bilgiler yanında ilginç tespitleri ile de gençler ve araştırmacılar için bir bilgi kaynağı sunuyor.”

Yazmak mikrobu bir kez kanıma girmişti. Arkası geldi. Bu defa farklı bir kulvardaydım. Tamı tamına 688 sayfalık bir romanla çıktım bu kez okuyucularımın karşısına. Bürokrat kökenli biri için roman yazmak da ne oluyor diyebilirsiniz. Ancak, geçmişte de benzer örnekler yaşandığını gördüm. Ne yazarsanız yazın en sonunda doğal süreç sizi yazımın doruk noktası olan roman yazımına götürüyor.

Biyografi, anekdot, makale bunlar bir yerde yaşadığınız, gördüğünüz, tanığı olduğunuz gerçeklerin yazıya dökülmesinden ibaret olduğu için fazla bir yaratıcılığa gereksinim duyulmuyor. Romanda ise bir dünya yaratıyorsunuz. Kişiler, karakterler, ilişkiler ve tüm bunları tutarlı bir harmoni içinde okunabilir kılmak kolay bir şey değil. İçine girdikten sonra çok zor bir işe soyunduğumu gördüm ama yılgınlığa yer yoktu. İşte ülkemizde çok örneklerini gördüğümüz kişiliklerden birini anlatan “Fırıldak” ismini taşıyan romanım böyle doğdu.

Ardından yine haftalık yazılarımı topladığım “Sorun Eğitim Çözüm Eğitim” ismini taşıyan ve “Cumhuriyetimiz kuruluşundaki heyecan kaybolmuş, gençleri umutsuzluğa itilmiş, birçok yarışta geri kalmış, sorunlar ve zorluklarla sınana sınana 100.yılını doldurarak dalya demeye hazırlanıyor. Bu dönemin önemli bir bölümüne sorumluluklar da üstlenerek tanıklık etmiş olan yazar tespit ve değerlendirmeleri ile çoğumuzun duygu, düşünce ve yaşanmışlıklarına tercüman olmayı başarmış. Kitapta yer alan ilginç görüş, tespit değerlendirmeler tarihe not düşme görevinin yanında gençler ve araştırmacılar içinde bir bilgi kaynağı değerindedir” diye tanıtılan yeni kitabım okuyucularıyla buluştu.

Bitti mi? Hayır bitmemişti. Son kitabım “Kader Tatil Yapmaz” ismini taşıyan içinde 12 bağımsız öykünün yer aldığı bir öykü kitabı oldu. “Hayat Biz Planlar Yaparken Başımıza Gelenlerdir” diye tanıtılan bu son kitabımın Doğan kitap tarafından düzenlenen imza günü nedeniyle gittiğim Ankara Kitap Fuarı’nda gördüklerim ve yaşadıklarım beni bu yazıyı yazmaya yöneltti.

Ne gördüm? 6 milyonluk Ankara’da fuara ilgi gösteren bir avuç insandı. Ne beklenebilir ki beş yüz bin nüfuslu Lüksemburg’da bile kitapların tirajı 85 milyonluk ülkemizin üzerinde iken, elli bin basan kitabın rekortmen sayıldığı bir ülkede farklı bir şey beklenebilir miydi? Bakmayın siz yirminci, ellinci baskı palavralarına. Tamamı kaç sattı diye soracaksınız.

Batının gelişmiş ülkelerinde insanlar trenlerde, metrolarda, otobüslerde ellerinde kitaplarla görülürken, bizde kitapların yerini telefonlar almış durumda. Gençlerimiz okumuyor. Okuma alışkanlığı edinmemiş! Dolayısıyla kitap okumaya da, kitap satın almaya da istekleri yok.

Talep gören kitaplar ise çoğu gazeteci kökenli olan yazarların genelde güncel olaylara, skandallara dayanan fırından çıkma taze ekmek muamelesi gören kitapları. Zaten bu kitaplar mesleki dayanışma ile televizyonlardan, internetten yoğun methiyesi yapılarak geniş bir tanıtım desteğine sahip oluyorlar.

Kitap fuarlarındaki esas anlı şanlı, kuyruklu imza günleri de bunların ki, bizim millet kitap almak ve okumak için değil de o ünlü kişiyle selfie yapmak üzere kuyruklarda bekleme çilesine katlanıyorlar. Yılgınlığa yer yok. Her birey karınca kararınca elinden gelenin en iyisini yapmaya, üretmeye devam etmeli, hayata ve insanlığa borcunu yerine getirmekten geri kalmamalıdır. Bir avuç mutlu azınlık dışında kim hayatta her istediğine, tüm hedeflerine ulaşmış, toplumun takdir ve övgüsüne tanık olabilmiş ki?

Yaşamı yoksulluklar içinde geçen Vincent Van Gogh hayattayken tek bir tablosunu satabilmişti. Bugün her bir tablosu milyonlarca dolara satılıyor. Franz Kafka’nın yaşarken tek bir kitabı yayınlanabilmişti. Keza yaşamı yoksulluk içinde geçen başarısının kırıntısını bile göremeyen Edgar Allan Poe, Stefan Zweig ve daha niceleri.

Onlar üretmekten vazgeçmeyerek insanlığa değer katmaktan geri kalmamışlardır. Toplum ilgisiz, değer bilmez diye hiç kimsenin üretmekten vazgeçmeye hakkı olmadığını düşünüyorum.

John Steinbeck ne güzel söylemiş “Bütün güzel ve kıymetli şeyler yalnızdır.”