BİZİM KENTLERİMİZDE BİR GÜN İMRENİLECEK HALE GELİR Mİ?

19.yüz yılda yaşayan Ziya Paşa’nın çok bilinen gazelini ünlü kılan ilk beytinde bu şair ve devlet adamı bakın ne diyor?

“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm. Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm.”

Günümüz Türkçesiyle ifade edersek şair batı ülkelerinde kentler, saraylar, İslam ülkelerinde ise viraneler ve perişanlık gördüğünü ifade ediyor.

Kaderimiz asırlardır hiç değişmemiş. Bir türlü ilimin, bilimin, çağdaşlaşmanın kulpundan yakalayamamışız.

19.asırda ne isek günümüzde de üç aşağı beş yukarı oyuz. Halen batı standartlarında kentlere, kasabalara sahip değiliz.

Yerel yönetimlere seçtiğimiz kişilerin ne yazık ki büyük çoğunluğunun hizmet için değil yeni rant kapıları yaratmak için buralara gelmeleri, birçoğunun estetikten hiç nasibini alamamış olması ne bileyim ya da gerekli vizyonu ortaya koyamaması sonucu görüyoruz ki geçmişin iyi yapılan şeylerini de bozmuşuz.

En yakından tanıdığım Ankara’dan örnek vereyim. Cumhuriyet kurulduğunda gelişmemiş bir kasaba görünümünde olan Ankara’ya cumhuriyetin çağdaşlık ve dinamizmine paralel bir başkent görünümü vermek üzere önce 1924 yılında Carl Cristoph Löcher’e ve ardından Herman Jansen’e yaptırılan planlarla yola çıkılmıştır. Jansen “yepyeni bir şehir kuracaksınız. Dünyaya yep yeni ve çok güzel bir örnek vereceksiniz. Biliyorsunuz, Avrupa şehirlerinin hepsi motordan önce yapılmıştır. Motor eski nizamları ve anlayışları alt üst etti. Ben size şehircilik sanatının son sözlerini getiriyorum” deyişiyle sıfırdan yepyeni bir kent yaratmaya soyunmuş ve motorlu taşıtlarla ulaşıma uygun yeşillik bakımından zengin, çağdaş ve örnek bir kent yaratmayı hedef almıştır.

Jansen 70’li yılların sonunda Ankara’nın nüfusunun 300.000 olacağı varsayımı ile yola çıkmış ama söz konusu yıllarda nüfusun 2 milyona dayanması ile bir Türkiye gerçeğini hesaplayamadığı için yanılgıya düşmüştür. Planda onun da öngördüğü ikinci sapma ise planın uygulanmasında baskılar, menfaatlerle plana sadık kalınamayacağı gerçeğidir.

Gerçekten de tüm kentlerimiz gibi Ankara da bu ranta dayalı talanı acı bir şekilde yaşamıştır.

Jansen planında Yenişehir olarak ön görülen Bahçelievler, Emek, Çankaya keza Yenimahalle kentin yeşil dokusuna katkı yapacak bölgeler olarak öngörülmüşken ve bu şekilde yapılandırılmışken bugün o plandan ve o eski semtlerden eser kalmamıştır. Artık o güzelim tek katlı bahçeli evlerin yerini şekilsiz apartmanlar almıştır.

Üstelik bu binaların otoparkı olmadığı için yükselen binaların arasında iyice dar görünen sokakların, arabaların işgalinde olduğu, hiçbir doğal güzelliği kalmamış, estetikten uzak yapılar yığınıyla dolu, alt yapısı yetersiz semtler ortaya çıkmıştır. Yazık oldu bahçelerle dolu o güzelim semtlere.

Rant iştahı hiç dinmeden yıllar boyu sürmüş bahçeli evler dört beş katlı apartmanlara, daha sonra bu apartmanlar on beş yirmi katlı binalara dönüşmeye devam etmiştir.

Batının nüfusu ancak bir milyonu bulan şehirleri bizim dört beş milyonluk şehirlerimizden daha geniş alanlara yayılırken bizim büyük kentlerimiz Anadolu bozkırlarında yer yokmuş gibi sıkışık düzende üst üste binmiş bir görüntü vermektedir.

Belediyelerimiz yapı arazisi üretmekte şeffaf değildir. Şeffaf bir şekilde imarlı yapı alanları oluşturma yerine emsal artışları ile uğraşmak daha çok hoşlarına gitmektedir.

Ankara’da bir yeni moda da vaktiyle Avustralyalı mimar Clemens Holemeister tarafından yapılan ve artık klasikleşen geçmişte Bakanlıklar ismiyle anılan bölgede yer alan kamu binalarının ikinci plana atılarak bakanlıkların ve birçok devlet kuruluşunun Eskişehir yolu güzergahında inşa edilen yeni kişiliksiz, renkli aydınlatmalı binalara taşınmasıdır. Cumhuriyet geçmişimizden sanki fiziken de kopuyor muyuz?

Sinir olduğum bir diğer husus ise cadde ve sokak isimlerimizin sürekli değişmesidir. Günlük siyasete göre tavır alan kısa vadeli bu yaklaşımdan vazgeçmediğimiz takdirde caddelerimize, sokaklarımıza yabancı olmaya devam edeceğiz diye düşünüyorum.

Kentlerimiz bizi neredeyse her yirmi yılda başka bir yüzle karşılarken batının kentleri ismiyle cismiyle hep aynı çehreyle çıkıyor karşımıza.

Evini isteyenin fıstık yeşili, isteyenin çingene pembesi boyatamadığı bir geleceğin özlemini çekiyorum.

Peki kentlerimiz bu haldeyken köylerimiz, kasabalarımız farklı mı? Ne gezer tüm kasabalarımızın, küçük kentlerimizin giriş ve çıkışları ne hikmetse karmakarışıktır. Tamirciler, atölyeler, yıkık dökük binalar, tuğlası görünen sıvasız evler, manzara hiç değişmez çakır çukur yollar, yürünemeyecek kaldırımlar, zaman zaman istisnasını görünce bunu başaranları gidip bulup kutlamak istiyorum.

Artık aramızda olmayan Sağra firmasının yönetim kurulu başkanı değerli dostum Ünal Sağra’nın Karadeniz bölgesinde araba ile bir yere giderken bana söyledikleri hiç aklımdan çıkmadı. Şöyle demişti merhum Sağra; “şu etrafı görüyor musun? İsviçre gibi hatta daha güzel bir doğa ama bu doğal güzellik içinde yer alan binalara bak, tamamı çirkinlik abidesi. Bir gözlük icat etseler de onunla çevreye baktığımızda şu binaları görmesek” onun bu sözleri üzerine çevreme daha dikkatli bakmıştım. Ne kadar haklıydı. Sıvasız tuğla ve betonları görülen üstlerinde yeni bir katın hazırlığı olmak üzere çıkmış demir çubukları ile bu yapılar gerçekten bir çirkinlik abidesiydiler.

Ziya Paşa’nın bu haklı feryadını ne zaman tersine çevireceğiz? Bir gün onların şairleri de bizim kentlerimizi gördüklerinde buralara imrenip, kendi kentlerinden böylesine yakınacaklar mı?

Ne dersiniz olur mu?