Bırakın akıllı telefonu telefonumuz bile yoktu. Tüm mahallede, büyük şehirlerde ise apartmanlarda varsa ancak bir evde telefon bulunurdu. Şöyle kıvrılmış kara kedi gibi üstü dantelle örtülü.
Bilgisayar, internet hayal bile edilecek şeyler değildi. Bilgi ansiklopedilerden temin edilir. Hesaplar asrın icadı facit hesap makineleri ile yapılırdı.
Hatırlıyorum ilk memuriyet yıllarımda Ticaret Bakanlığı bir atılım yaparak (EBİM) Elektronik Bilgi İşlem Merkezini kurmuştu. Koca bir salonda fabrika gibi çalışan makinaların kapasitesi bugünün bir ipadi kadar yoktu.
Para yatırmak, çekmek, havale yapmak için bankalarda kuyruğa girerdik. Bizim ATM’lerimiz yoktu. Paranız olsa bile her istediğiniz an ona ulaşmanız mümkün olmazdı. Kredi kartımız olmadığı için uzunca bir seyahate çıkarken paramızı nakit olarak taşır, başına bir şey gelmemesi için ceketin astarına, pantolon kemerinin içine saklardık.
Renklisi, akıllısı şöyle dursun televizyonumuz yoktu. İki istasyonlu radyoyla yetinirdik o da her evde bulunmazdı ya.
Eş dost davet edip götürdüğümüz bir restoran da korkumuz kazık yemekten öte ya cebimizdeki para yetmezse olurdu.
Otoyollarımız yoktu. Türkiye’nin başkenti ile en büyük kentini tek gidiş tek geliş kıvrıla kıvrıla giden bir yol bağlardı. Anadolu’nun kentlerine sıkıştırılmış malzemeden oluşan şose olarak adlandırılan tozu dumana katılarak gidilen sık sık lastik patlatan yollarla ulaşılmaya çalışılırdı.
Süpermarketlerimiz, marketlerimiz yoktu, bizim marketlerimiz bakkal, kasap ve pazardı. Konfeksiyon sanayimiz yoktu. Terzi vardı. Dolayısıyla hepimiz üstümüze göre dikilen elbiseler, ayağımıza göre yapılan ayakkabılar giyerdik.
Yakıtımız odun kömürdü. Büyük şehirlerimizin kaloriferli apartmanları bile odun kömürle ısıtılırdı. O yüzden Ankara yıllarca hava kirliliği ile ün yapıp batılı diplomatların hava kirliliği tazminatı aldığı bir başkent olarak tanınır hale gelmişti. Bugünkü gibi kasabalarımız, köylerimiz bile doğalgazla tanışmış değildi.
Mesaj, whatsapp, instagram, facebook gibi bu çağın imkanlarına sahip değildik. Biz mektup yazardık. Gittiğimiz yerlerden kart atardık. O nedenledir ki çoğumuzun kartpostal koleksiyonları vardı.
Pul biriktirir, birbirimizle değiş tokuş yapardık. Pul koleksiyonculuğu hobimiz vardı.
Bizim zamanımızda bugün Türkiye’nin irili ufaklı kentlerini süsleyen fiyakalı stadyumlarımız yoktu. İstanbul’un bile Mithatpaşa, Dolmabahçe, İnönü gibi siyasetin duruşuna göre isim değiştiren bir tek stadyum vardı. Bütün maçlar burada yapılırdı. Sahanın bozulma riski yoktu çünkü zemin topraktı. Gelen yabancı takımlara karşı sahamızın bu durumunu avantaj sayardık. Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray maçlarında taraftarlar iç içe otururlardı. Yenen yenileni kızdırır, alaya alırdı hepsi bu. Çünkü o dönemlerde Lefter, Can, Metin Oktay, Turgay Şeren, Recep Adanır’ın saha içi sportmen duruşları ve efendilikleri tribünlere de yansırdı.
Bizim kasabalara kadar yayılmış özel okullarımız yoktu. Özel Okul işte üç beş tane İstanbul’da, birer ikişer Ankara ve İzmir’de hepsi bu kadar. Cumhuriyetin çocukları Cumhuriyetin okullarında yetiştirilir ve oralardan aldıkları feyzle başarıyı yakalar ülkeye ve millete hizmet ederlerdi.
Her kentte en az bir adet olmak üzere yüzlerce üniversitemiz yoktu. Ancak, bizim üniversitelerimiz örnek bilim yuvalarıydı. (İTÜ) İstanbul Teknik Üniversitesi, (ODTÜ) Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara, İstanbul Hukuk, Mülkiye tüm gençlerin girmek için aşkla, şevkle emek verdikleri kızıl elmalardı.
Bugünkü gibi özel, kamu çeşit çeşit ve hele şehir hastaneleri gibi devasa olanlarına sahip değildik. Ama tüm toplumun sağlık gereksinimini kentlerimizin çoğu “Numune” ismini taşıyan mütevazi hastaneler karşılardı.
O yıllarda devletimiz “Bakanlıklar” diye adlandırılan ağırbaşlı, mütevazi binalardan yönetilirdi. Milleti ne durumdaysa devletteki yansıması da oydu.
Peki mutsuz muyduk? Gelecek hafta görüşmek üzere.