ANKARA ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ

Son kez yıllar önce merhum Prof. Dr. Yaşar Karayalçın Banka ve Sigortacılık Enstitüsü’nün müdürlüğünü yürütürken bu değerli hocamı ziyaret için kapısından içeri girmiştim hayat yolumu aydınlatan fakültemin.

Aradan neredeyse yarım asra yakın bir zaman geçti. Bu yıllarda birçok üniversite ve yüksek öğrenim kurumu ile vakıf olarak bir dizi ortak program yaparak, yakın ilişkiler kurmamıza rağmen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine bu kadar uzak kalmaktan bir mezunu olarak üzüntü duydum.

Biz hukukçular her nedense yüreğimizin derinliğinde hissetmemize rağmen bize feyz veren, yetiştiren bu kutsal eğitim yuvası ile çok sıkı ilişkiler içerisinde olamadık. Bu bakımdan hemen yan komşumuz olan Mülkiyeliler gibi ne kendi aramızda ne de okulumuzla olması gerektiği şekilde sıkı bağlar kuramadık. Umuyorum gelecekte kıymetli Dekanımızın, hocalarımızın ve sosyal yönü güçlü fakülte sekreterimizin öncülüğünde bu açığı kapatacağız.

Bizim öğrencilik yıllarımızda hukukta okuyorum deyince Ankara mı İstanbul mu diye sorulurdu. O yıllarda iki üniversitenin hukuk fakültesi vardı.

Hocalarımızın her biri bizim için rol modeldi. Tamamı doktorlarını yurt dışında yapmış yetkin zarif kişilerdi. Biz onlardan yalnızca hukuk değil hayat dersi de alırdık.

Cumhuriyetin açtığı ilk yüksek öğrenim kurumu olan fakültemizle gurur duyardık. Büyük Atatürk’ün fakültenin açılışında söylediği “Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu büyük müessesenin açılışında hissettiğim saadeti hiçbir teşebbüste duymadım ve bunu açıklamakla ve ifade etmekle memnunum” sözleri bu güzide bilim yuvasının tüm mezunları gibi benim için de daima haklı bir gurur vesilesi olmuştur.

Hukuk fakültesini bitirmek kolay değildi. Fakülteyi 4 yılda bitirenler parmakla gösterilirdi. Çünkü öğrencilerin başarılı olmaları için önlerinde üssü mizan, eleme, baraj gibi akla gelebilecek zorlaştırıcı engellerin tamamı vardı.

Her sınıfta 7-8 ders okutulurdu. Okulun son öğretim gününde bu derslerden haftada belli bir saatin üzerinde okutulanlardan öğrenciler huzurunda ve katılımlarıyla, kura çekilerek iki ders belirlenirdi. Adı bile ürkütücü idi. “Eleme” denirdi bu kuralara.

Eleme kuralarının çekimi adeta milli piyango çekilişi gibi heyecanlı ve çok renkli olurdu.

Kurayı gönüllü öğrenciler çekerdi. Ancak bu riskli bir işti. Kurada çok zorlu derslerin çıkması halinde kurayı çekenin elinden başlayarak küfür gırla giderdi. Kura iyi olursa da coşku, sevinç ve alkışlarla karşılanırdı.

Sınavı yazılı olarak yapılan bu iki dersin her birisinden en az 6 almak ve ortalamada 7’yi tutturmak zorunluydu. Yani bir dersten 6 almışsanız, diğerinden en az 8 almanız gerekiyordu. Birinden 5 alırsanız diğerinden 10 bile alsanız faydası yoktu. Bu durumda elemeyi kazanamamış sayılıyor ve diğer derslerin sınavlarına giremiyordunuz.

Tabii engeller bu kadarla bitmiyordu. Bir de barajımız vardı. Diyelim ki yaz döneminde eleme sınavlarında başarılı oldunuz. Kalan derslerin en az üçte ikisinin sınavlarını bu dönemde başarmanız gerekiyordu. Örneğin, elemeden sonra altı dersiniz kaldı. Bunun üçte ikisi olan dört dersin sınavlarını yaz döneminde başarmanız gerekiyordu. Aksi takdirde bu oranı tutturamazsanız başardığınız sınavlar da yanıyordu ve güz döneminde bunların tamamından sınava girmeniz gerekiyordu.

Sonbaharda bir dersiniz bile kalsa bir üst sınıfa devam edip oradan ders alamıyordunuz. Yani resmen bir yıl kaybediyordunuz.

Kazandığınız eleme sınavları üç dönem kazanılmış hakkınız olarak kalıyor ve yeniden eleme sınavına girmiyordunuz.

Üç dönemde, yani bir yaz döneminde kazandığınız elemeye dayanarak sonbaharda ve izleyen yaz sınavlarında diğer dersleri temizlemeniz gerekiyordu. Eğer bunu başaramazsanız elemeniz de yanıyordu.

Bu çok ağır bir darbeydi. Okulun iç avlusunda saçı sakalı birbirine karışmış elinde tesbih volta atanları görürdük. Herkes birbirine “eleme yakmışlar” diye işaret eder ve onlar acıyan, aynı zamanda benim başıma da gelir mi korkusu taşıyan bakışlarla izlenirdi.

Adeta müebbet mahkumları gibi ayrı bir muamele görürler ve volta yollarına kimse çıkmazdı.

Kabul etmek gerekir ki sistem acımasız, çok zorlayıcı bir sistemdi. Ancak bu koşullarda mezun olanlar da gerçekten hamken pişer ve belli bir olgunluk düzeyine gelerek mezun olurlardı.

Ben günümüzde hukuk öğreniminin öğrenim süresini, başarı tespit yöntemlerini ve yeterli öğretim kadrosu olmaksızın yaygınlaştırılmasını doğru bulmadığımı belirtmek isterim.

Her öğrenimin yeterliliği şarttır. Ama hukuk, tıp gibi hayatlarımızı doğrudan ve derinden etkileyen disiplinlerde bu çok daha fazla önem taşır. Nitekim birçok batı ülkesinde hukuk eğitiminin diğerlerinden çok farklı düzenlemelere tabi olması bunun göstergesidir.

Ben hukuk okudum ama hukukçuların klasik mesleklerinden hakimlik, savcılık, avukatlık hatta kaymakamlık, dış işleri meslek memurluğu gibi hukukçuların da görev aldığı meslek dalları yerine ekonomi, işletme eğitimi alanların yöneldiği mesleklere yöneldim. Büyük bir mutlulukla gördüm ki fakültemin bana kazandırdıkları bu mesleklerde de başarılı olmama yetti.

Büyük Atatürk’ün kurduğu bu kutsal bilim yuvasının, kurucusunun koyduğu ilkelerin yılmaz savunucularını yetiştirmeyi sürdürerek ülkemizin varlığı, dirliği ve düzeni için uzun asırlar boyu görevini yerine getirmeye devam edeceğine yürekten inanıyorum.

Fakültemin yetişmemde emeği geçen ve büyük çoğunluğu artık hayatta olmayan hocalarını minnet ve şükranla anıyor, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne nice uzun ve onurlu hizmet yılları diliyorum.