UMUDUNU KAYBEDEN HERŞEYİNİ KAYBETMİŞ DEMEKTİR

Belki varlıklı değil ama umut dolu bir halktık. Lise öğrenimi dahil ilk gençlik yıllarım Sivas’ta geçti. Genelde giyinme, barınma ve günlük yeme içme gereksinimleri arasında sıkışmış bir yaşamımız vardı. Lüks, gösteriş, mal mülk edinme insanların bugünkü kadar iliklerine işlemiş bir alışkanlık haline gelmemişti.

O yılların Sivas’ın da (H) plakalı, (H) hususi demekti, araç sayısı bir elin parmakları sayısında bile değildi.

Televizyonu duyardık ama tam olarak ne olduğunu pek algılayamazdık. Bugünkü gibi ağır reklam bombardımanı altında değildik.

Zeki Müren’in güzel Türkçesi ve enfes şarkıları ile bezenmiş lastik reklamları, birkaç bisküvi ve belki birkaç deterjan tanıtımı, o günün en önemli medya aracı radyonun bize getirebildikleri bunlardan ibaretti.

Bir de günümüze bakın; ızgarada küçük büyük herkesin ağzını sulandıran etler, sucuklar, peyniri uzadıkça uzayan pizzalar, tatlılar, çikolatalar, marka giyim kuşam, en lüksünden otomobiller. Villalar, yalılar sade insanların düş dünyasının ötesinde renkli, ışıltılı yaşamlar. Bunlar bile günümüzün özellikle genç kuşaklarını mutsuz etmeye yeter. Anadolu’da buna uygun güzel bir deyiş vardır. “Göz görmeyince gönül katlanır” diye. Bizim gençlik yıllarımızda zaten böylesine ışıltılı, abartılı bir dünya yoktu. Olandan da bizim haberimiz yoktu.

Birbirinden biraz farklı ekonomik düzeyde de olsa mahallemiz insanlarının yaşam kalitesi birbirine çok yakındı. Giyim bir gösteriş değil, doğa koşullarından korunma aracı, bir ihtiyaçtı. Konutlar hemen hemen birbirlerine benzer nitelikteydiler. Evlerinde ne yer ne içerlerdi onu da biz bilmezdik.

Ne kredi kartı vardı, ne onlarca bankanın cazip kredi teklifleri. Bankalar para alınan değil, eğer varsa beş on kuruşunuzun emanet edildiği yerlerdi.

Tek kredi imkânımız, o da itibarımız iyiyse bakkalda, kasapta aybaşında ödenmek üzere aldıklarımızı deftere yazdırmaktı.

Herkes kazancı kadar yaşar, ayağını yorganına göre uzatırdı. Borç takmak, ödeyemez duruma gelmek, pek hoş karşılanan durumlar değildi.

Ailelerin en önemli amacı çocuklarının iyi yetişmesi, kendilerinden daha iyi yaşam koşullarına ulaşmasıydı. Herkes imkânları ölçüsünde çocuklarının ya kısa yoldan bir sanat öğrenip meslek sahibi olarak hayata atılıp ekmeğini eline alması, ya da eğer maddi gücü varsa yüksek öğrenim yapmaları için fedakârlıklara girerlerdi.

O günün deyimiyle “oku da adam ol” cümlesi biz gençlerin büyüklerinden en sıklıkla duyduğu bir öğüt, bir telkindi.

Diyeceksiniz ki “okunarak nasıl adam olunur?” Burada adam olmaktan kasıt yüksek öğrenim görerek iyi bir meslek ve iş sahibi olmak, toplumda yer edinmekti.

Büyük Atatürk’ün yokluklar içinde kurduğu genç cumhuriyetin iyi yetişmiş kadrolara ihtiyacı vardı. O yıllarda üniversiteler, yüksekokullar ne kadar hukukçu, doktor, iktisatçı, öğretmen, mühendis yetiştirirse onların tamamını zaten devlet kuruluşları kapıyordu.

Henüz özel sektör denen diğer iş kapısı tam açılmamışken kimse açıkta kalmıyor, hatta iş seçebiliyordu.

Varlıklı değildik ama bizim geleceğe dönük güçlü bir umudumuz vardı. Bizden önceki kuşaklardan daha iyi yaşam koşullarına ulaşacağımıza, iyi yetişip, ülkemize hizmet etme onurunu yakalayacağımıza, ülkemizin daha güçlü, daha müreffeh bir ülke olacağına yönelik sağlam bir inanca sahiptik.

O yıllarda devlet bursu veya ailesinin imkânlarıyla yurt dışına gidenler bile öğrenimlerini tamamladıktan sonra vakit geçirmeden ülkelerine dönüp hizmet kervanına katılıyorlardı.

Ne güzel dönemlermiş o yaşadığımız yıllar. Hele günümüz gençliğinin içinde bulunduğu yitirilmiş umutlarla dolu halini görünce o yılların değerini çok daha iyi anlıyorum.

Bugün her üç gençten biri, üniversite ve yüksek okul mezunu her on gençten dördü işsizdir. Ailelerinin tüm olanaklarını seferber ederek okuttukları bu gençler lisans, yüksek lisans hatta doktora derecesinde eğitimlerine rağmen iş bulamamaktadırlar. Uluslararası düzeyde geçerliliği olan iyi yetişmiş doktor, mühendis gibi meslek sahibi gençler geleceklerini yurtdışında kurmaya yönelmektedirler. Bunun adı beyin göçüdür. Bu milletin kıt kanaat imkânlarıyla yetiştirdiği bu değerli kadrolar maalesef bilgi ve becerilerini başka ülkelerde sergileyeceklerdir.

Siz ne eğitimi ne istihdamı doğru dürüst planlayamazsanız olacağı budur. “Bir kasa bir masa” doğru dürüst eğitim kadrosu olmadan açılan üniversiteler, Türkiye’nin gereksiniminin çok üzerinde mühendis, hukukçu, iktisatçı, işletmeci, öğretmen, eczacı vs. yetiştirmektedir. Daha doğrusu ellerine hiçbir kapıyı açmayan birer belge vermektedirler. Bunlardan iyi okullardan mezun olanları kendilerine dış ülkelerde gelecek ararken, kalanların önemli bir bölümü işsizler ordusuna katılmaktadır. Bunca masrafa yazık, emeğe yazık, her şeyden öte zamana yazık. En kötüsü de gençlerimizin kaybolan umut ve inançlarına yazık.

Ne anlamlı sözdür. “Umudunu kaybeden her şeyini kaybetmiş demektir.”

İşte en acısı gençlerimize umutlarını kaybettiriyoruz.

Bu sürdürülebilir bir durum değildir.

Kaybolmak üzere olan bu kuşakları kazanmak ulusça en önemli amacımız olmalıdır.