CAN DOSTUN ARKASINDAN

Onunla beraber hayatımdan çok değerli bir parça da kopup sonsuzluğa karıştı.

Onu ne zaman tanıdım diye kendime soruyorum. Bir kez daha böyle bir tarih olmadığını anlıyorum. Beraber doğmadık ama hayata neredeyse birlikte göz açtık.

Kendimi hatırladığım günden bu yana hep yanımdaydı. Farklı kentlerde, zaman zaman farklı ülkelerdeydik ancak, hiç ayrılmadık; gönüllerimiz, aklımız, fikrimiz hep beraberdi. İlk kez ondan ayrıldığımı hissediyorum. Çok üzülüyorum, kahroluyorum. Ondan geçmiş gibi söz etmek çok zor gelecek bunu biliyorum. Tek güvencem insanoğlunun doğası. Bu insan denen varlık nelere dayanmıyor, nelere alışmıyor ki. Geride kalan günlerimde, yıllarımda ben de o insan olmanın doğası ile bu duruma alışacağım katlanacağım.

O gerçek bir dost, gerçek bir kardeşti. Dostluğu karşılık beklemeyen, al ver temeline oturtulmamış bir dostluktu.

Tüm çocukluk, gençlik ve ileri yaş aşamasındaki dostlarım arasında en tevazu sahibi, en dayanıklı, en sevecen, en dost canlısı, en fedakâr arkadaşımdı O. En olmadık şakaları, en zor durumda kaldığı davranışları bile gülümsemeyle karşılar, sesini yükseltmezdi. Çevresine arkadaşlarına varıyla yoğuyla bir şeyler sunmak onun için sıradan bir yaklaşımdı.

Çocukluğumuzu, gençliğimizi aynı tozlu sokaklarda, aynı güneşin yakıcı sıcağında, aynı ayazın dondurucu soğuğunda, benzer hayalleri paylaşarak, birbirimizin derdine, yarasına merhem olarak birlikte yaşadık.

Öğrenim için Almanya’ya gitmiştim. 60’lı yılların başları bir sabah kapının vurulması ile uyandım. Artık o da aramızda olmayan can arkadaşım Süleyman’la beraber ellerinde bavulları, yüzlerinde gülümsemeleriyle karşımdaydılar. Mutluluğumu anlatamam. Ülkeler, sınırlar da bizi ayıramamıştı. Yeniden bir ve beraberdik. Bu defa yine birlikte hayaller kurarak Almanya’nın sokaklarını arşınlıyorduk.

Bir döşeme fabrikasında onlara iş bulmuştum. Onlarla beraber olmak için kısa bir süre sonra farklı bir kasaba olmasına rağmen ben de onların yanına gittim. Bölümün ustası aksi bir adamdı. Bize özellikle de bana karşı bir tavır içindeydi. Bir gün hiç olmayacak bir meseleden atışmaya başladık. Sonunda “istifa ediyorum” dedim ve ceketimi alıp çıktım. Yakında bir İtalyan kahvesi vardı, oraya gittim oturdum. Aradan 10-15 dakika geçmemişti ki Süleyman’la beraber karşımdaydılar. “Niçin buradasınız” diye sorduğumda, “sana yaptığı haksızlığa sessiz kalamazdık, biz de istifa ettik” dediler. “Peki Almanca nasıl söylediniz” dedim. Söyledikleri pek anlaşılır bir şey değildi. Çünkü Türkiye’den yeni gelmişlerdi ve Almanca bilmiyorlardı. Olsun benim yanımda yerlerini almışlardı. Bu durum uzun yıllar aramızda gülüşme konusu oldu.

Bir akşamüzeri Süleyman telaşla oturduğum yere geldi ve O’nun başının dertte olduğunu söyledi. Yardımcı olmam gerekiyordu.

Olay şuydu:

O Almanya’ya gelmesinin daha ikinci veya üçüncü ayındayken bir Volkswagen araba almıştı. Ancak ne ehliyeti vardı, ne de araba kullanmayı biliyordu. Tüm eleştirilerimize rağmen direndi ve geçen günler içerisinde yavaş yavaş arabayı kullanmaya başladı. Süleyman’la beraber Leichlingen isimli küçük bir kasabada yaşıyorlardı. Bir gün arabası ile bir Cafe’nin önünden defalarca geçip, gürültü yapınca oradan birinin şikâyeti üzerine polis çeviriyor ve ehliyetini görmek istiyor. İşte bu aşamanın ardından bana haber ulaşıyordu. Hemen Leichlingen’e gittim.

Ben zor bir duruma kendimi hazırlamış, polise ne söyleyeceğimi düşünürken, onu gayet rahat ve neşeli gördüm. Başladı anlatmaya. Polisler ehliyet isteyince “evde kaldı isterseniz getireyim” diyor. Polislerin getirmesini istemeleri üzerine eve gidiyor. Bizim o çok yapraklı eski nüfus cüzdanını alarak karakola gidiyor.

Polisler, bu Türkçe belgeyi evirip çeviriyor ve bir yandan da sorularla anlamaya çalışıyorlar. Hangi sınıf araçları kullanmaya izin veriyor bu belge ve sınıfı nerede yazıyor sorusuna O “motosikletten, otobüs, kamyona kadar hepsini; çünkü, bizde ehliyetler böyledir” diye cevaplıyor. Henüz Türk akını başlamamış, bizi ve belgelerimizi tanımıyorlar. “Peki teşekkür ederiz” deyip onu gönderiyorlar.

Bu olay üzerine güveni gelmişti ve artık ehliyetli statüye geçmiş sayıyordu kendini.

Sonra zorlamalarımızla şoför okuluna giderek içimizde ilk ehliyet sahibi oldu. Yalnız bu kadar mı? Almanya’da Neumünster Tekstil Mühendislik okulunu bitirerek tekstil mühendisi olarak diplomasını aldı ve Almanya’dan bir kızla evlenerek yurda döndü. Bu ülkeye iki evlat yetiştirdi.

O’nu geçen hafta Yeşil Bursa’nın ılık bir bahar gününde sonsuzluğa uğurladık.

Yazı boyunca hep “O” diye söz ettim. Canım kardeşimin adını sık sık tekrarlamaya gücüm yetmediği için bu yolu seçtim.

Sevgili kardeşim, arkadaşım, can yoldaşım “ERDOĞAN” ışıklar içinde uyu. Seni çok özleyeceğim.