LİYAKAT

Günümüzde, özellikle kamusal hayatımızda çok sık karşılaşmaya başladık bu kelimeyle. Bu nedenle, Arapça asıllı bu kelimenin neyi ifade ettiğini hayatımızda karşımıza niçin çıktığını, önemini, değerini irdelemek istedik.

Liyakat, Türk Dil Kurumu dahil sözlüklerde “layık olma, yaraşma, uygunluk, yeterlilik, yetenek” gibi birbirine yakın, benzer kelimelerle ifade edilmektedir.

Günlük hayatımızda en önemli kullanımı ‘’işi ehil olana layık olana vermek’’ deyimi ile çok sık karşımıza çıkmaktadır.

Bir işi layık olana vermek, başarının, o işten sonuç almanın ön şartıdır.

George Herbert “Kaptanı usta olmayan gemiye her rüzgar kötüdür” derken işinin ehli olmayanın koşul ne olursa olsun başarı sağlayamayacağını ifade etmektedir.

Hazreti Muhammed (SAV) ise “İş ehline verilmezse kıyamet yaklaşmış demektir” deyişiyle ehil olmayan kişilerin eylem ve işlemlerinin doğuracağı sonuçları kıyamete yaklaştırmak derecesinde ağır bulmaktadır.

Dini olduğu kadar ilmi gerçekler hep aynı doğrultuda işaret veriyorlar: “İşi ehil olana ver!”

Ne yazık ki, liyakata bu kadar önem veren bir peygamberi olan İslâm ülkeleri bu hususu pek ciddiye almazken, gelişmiş toplumlar ‘’liyakat’’ ilkesine sıkı sıkıya riayet etmektedirler.

Özel yaşamımız da, özel tercihlerimizde berberin, terzinin, lokantanın, hizmet aldığımız birçok yerin işinin ehli ve ödeyeceğimiz bedele değer olup olmadığını sıkı sıkıya denetler ve ona göre davranırız. O kişinin ve o işyerinin liyakatından şüphe edersek ilişkiye girmeyiz veya ilişkimizi keseriz. Çünkü böyle davranmak kişisel çıkarlarımızın gereğidir.

Keza özel sektör şirketleri de kâr motifli çalışan kuruluşlar olmaları itibariyle kendi amaçlarına en iyi hizmet edecek ehil kişileri çekmeye çalışırlar. Çünkü bilirler ki layık, yeterli olmayan kişilerle hedeflerine ulaşmaları mümkün değildir.

O alanda da, zaman zaman şirketlerin kurumsallaşmamalarının sonucu olarak ehliyetsiz aile bireyleri işi ehline emanet etmek yerine bizzat yönetmekte ısrar edince sonlarını hazırladıkları görülmektedir.

Bizim için esas önem arz eden kamusal alandaki liyakat prensibidir.

Tarihimiz boyunca tanık olduğumuz ehliyetli yöneticilerin başarı hikâyeleri ile devlete, millete beceriksizlikleri, yeteneksizlikleri ile büyük zararlar verenlerin hikayeleri iç içedir.

Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk yönetiminde geçen yıllarında, büyük önder gerçekten kendisi ehil bir yönetici ve gerçek lider olması itibariyle yokluklar içerisinde ve çok az olan yetişmiş insan mevcudu içerisinden bir tek seçici gibi kamu yönetimini oluşturarak adeta bir mucizeyi gerçekleştirmiştir.

Ne var ki, çok partili rejime geçilmesinden sonra liyakat prensibinin kademeli bir şekilde geriye gittiğini ve bu gelişmenin devlet çarkının dönmesi açısından son derece tehlikeli sonuçlar doğurabildiğini görüyoruz. Çünkü liyakat prensibini bizim özel tercihlerimizde dikkate almamamız kişisel olarak şahsımızı, şirketlerin dikkate almamaları sadece şirketin ortaklarını ve çalışanlarını ilgilendirir. Oysa, devlet işleyişinde bu prensibin göz ardı edilmesi tüm devleti ve dolayısıyla milletin tamamını ilgilendirir ve etkiler. Hukuk bilmeyen hâkim ve savcı, işin tekniğini bilmeyen yönetici, mühendis, tıptan habersiz doktor, yanlış kararlar, sağlam olmayan yapılar, usule göre yapılmayan yol ve köprüler, yanlış ameliyatlar, boşa harcanan kamu kaynağı ve mağduriyetler demektir.

Osmanlı ve devamında Türkiye Cumhuriyeti devlete özellikle ehil yönetici seçme ve yetiştirmeye özel bir itina göstermişlerdir.

Askerlikte üst kademeler için yetiştirilen kurmaylar sınavla seçilir, ardından uzun bir yetiştirme döneminden geçerlerdi.

Sivil hizmette ise müfettişler, uzmanlar aynı şekilde çok sayıda talipli arasından sınavla seçilir, yetiştirilir ve tekrar bir sınavla yeterliliği saptandıktan sonra bu görevin asli elamanı olurlardı. Bu uygulamaların kaldırılmış olması geçmişi eskilere dayanan, faydası kanıtlanmış bir yöntemin terkedilmesi sonucunu doğurması nedeniyle isabetli olmamıştır.

Bu devlet hepimizindir. Seksen milyonun bu devlette seksen milyonda bir payı vardır. Bu yapının iyi işlemesini beklemek hepimizin hakkıdır. İyi işlemezse istinasız, bundan tamamımız zarar görür. Bu nedenle kamuda görev yapan tüm üst düzey yöneticilerin bakan, müsteşar, genel müdür, unvanı ve ismi ne olursa olsun işi ehline vermesi dini, ahlâki ve bilimsel bir zorunluluktur.

Her kamu yöneticisi bir işe adam seçerken, kendi kişisel işine adam seçerken gösterdiği hassasiyetin çok daha üzerinde bir titizlik göstermek durumundadır. Aksi takdirde 80 milyonluk koca bir ülkeye zarar vereceğini, kendisine tevdi edilen emanete hıyanet içinde olacağını bilmesi gerekir.