NELER YAPMADIK, ŞU VATAN İÇİN

Yıl 1979. Ticaret Bakanlığı İhracat Genel Müdürüyüm. Bakanımız Teoman Köprülüler’in başkanlığında oluşan bir heyetle ilginç bir seyahate çıktık.

O tarihlerde Enver Hoca yönetimindeki Arnavutluk tam bir kapalı kutu. Çin Halk Cumhuriyeti Arnavutluk’un önemli müttefiki, komünist ülkelerin lideri olan Sovyetler Birliği ile bile kavgalılar. Tüm Dünya ile ilişkileri kopuk bir ülke konumundalar.

Hatırladığım kadar Dış Ticaret Genel Sekreteri Güzay Güldere, Anlaşmalar Genel Müdür Yardımcısı Emre Ergin, basın danışmanı Atilla Bartınlıoğlu da bu heyette yer alıyorlardı.

Bakanımıza eşi Güner Hanım da refakat ediyordu.

Tiran’a doğrudan uçma imkânı yoktu. Tek bağlantı Belgrad üzerinden Yugoslav Havayolları (Jal) ile kurulabiliyordu.

Bir yaz günü sabahı İstanbul’dan hareketle Belgrad’a vardık. Türkiye’nin döviz sıkıntısı çektiği yıllardı. Bu nedenle ham yağ ithalatında da sıkıntı yaşıyorduk. Marketlerde likit, margarin, tereyağı kısaca yemeklik yağların tamamı tezgah altına inmişti.

Yağ ihtiyacı ya tanıdık bir markette rica minnet ya da marketin, bakkalın “iki kilo makarna, üç kilo pirinç alırsan bir kilo yağ veririm” gibi kapris ve isteklerine katlanarak sağlanabiliyordu. Ancak, herkes yağ alma imkânını “ne olur olmaz diye” hiç boş geçmediğinden evlerde önemli yağ stokları oluşmaya başlamıştı.

İşte, biraz da beceriksizlikle, bir türlü tatmin edilemeyen piyasa ihtiyacını karşılamak için bakanımızın Belgrad’daki üç-beş saatlik süreyi Yugoslavya’dan yağ ithalatı imkânlarını araştırarak geçirdiğini hatırlıyorum.

Yugoslavya, sosyalist bir ülkeydi. Ancak, komünist blok ülkelerine hiç benzemiyordu. Vatandaşları yurtdışına serbestçe seyahat edebiliyor, oralarda çalışabiliyordu. Mülkiyet hakları da daha genişti. Bu yapısıyla Yugoslavya ilginç bir örnekti.

Boş zamanımızı değerlendirmek üzere bir büyük mağazaya gittik. Bütün reyonlar gerçekten çok zengin mal çeşidine sahipti. Spor eşyaları departmanı ise batı standartlarındaydı. O tarihte Türkiye’de olmayan yabancı markalı spor ayakkabıları makul fiyatlarla raflarda yerlerini almıştı. Bu, bizim için çok şaşırtıcı olmuş ve Yugoslavya ile ilgili tüm düşüncelerimizi etkilemişti.

Belgrad’dan pervaneli çift motorlu bir JAL uçağı ile Tiran’a hareket ettik. Uçağın koltuklarının oturma ve yaslanma yerleri açılır kapanır sandalyelerdeki gibi branda bezindendi. Çok eski bir uçaktı. Tatmin etmeyen görünüşüne rağmen bizi sorunsuz Tiran’a ulaştırdı.

Havaalanında, başta bakanları olmak üzere, bizi Arnavutluk yetkilileri karşıladı. Okul çocuklarını da getirmişlerdi. Konvoy halinde yola çıktık. Hemen hemen hiç trafik yoktu. Zaman zaman üzerimizde “çok eskilere seyahat ediyoruz” izlenimi yaratan yirmi-otuz yıl öncesine ait otobüs ve kamyonlarla karşılaşıyorduk.

Havaalanından Tiran merkezine kadar yolun her iki tarafı beton tümseklerle doluydu. Adeta, dev bir köstebek tüm arazinin altını üstüne getirmiş gibi bir görüntü hâkimdi.

Sonradan bunların korugan (bir nevi makinalı tüfek yuvası) olduğunu öğrendik. Bir işgal girişimine karşı böylece önlem almış oluyorlardı!

Peş peşe giden üç-dört otomobil Tiran için büyük olaydı. Halk dizilip merakla seyrediyordu.

Bizi şehrin büyük meydanında yer alan bir otelde misafir ediyorlardı. Batı standartlarında sayılabilecek belki tek oteldi.

O akşam heyetimiz onuruna bir yemek düzenlemişlerdi. Yemeğe Arnavutluk tarafından beş-altı bakan katılıyordu. Komünist ülkelerde genelde karşılaştığımız bir “misafir için yemek, biz eğlenek” ritüeliydi bu.

Yemekte Arnavutların erik rakısı ikram ediliyordu. Susuz içilen sert bir içkiydi. İki Arnavut bakanın arasında oturuyordum.

Bir sağımdaki, bir solumdaki, sürekli kadehlerini kaldırıp, beni de kadeh kaldırıp birlikte içmeye zorluyorlardı. Bir müddet sonra bunaldığımı hissettim. Masada protokolün fazla egemen olmadığını da dikkate alarak basın danışmanı Atilla Bartınlıoğlu’na giderek yer değişimi ricasında bulundum, kabul etti ve yerlerimizi değiştirdik. Atilla Bartınlıoğlu gerçekten iyi içici, bir akşamcıydı. Onun, benim masadaki komşularımla daha iyi başa çıkacağını düşünmüştüm. Tabii Atilla yerimi değiştirmek istememin nedenini bilmiyordu.

On beş dakika geçmeden Atilla başımda bitiverdi. “Ben yarışçı değilim. Zevk için içiyorum. Orada oturamam sen yerine geç” deyince başka seçeneğim kalmamıştı. Tekrar eski yerime döndüm ve yarış kaldığı yerden tüm hızıyla yeniden başladı.  Bakanımız ve eşi karşı çaprazımızda oturuyorlardı. Bir ara Teoman Bey “Seni çok sıkıştırıyorlar değil mi?” dedi. Onayladım. Ancak, iş çığırından çıkmıştı. Sanki bir maça çıkmış gibi hissediyordum kendimi. Ayakta kalmalı, bu adamlar karşısında mahcup olmamalıydım. Tek düşüncem buydu.

İlerleyen saatlerde Tiran Radyo-Televizyonu’ndan çalgı ve oyun ekipleri geldi. Hızlı Balkan Havaları çalınıp oynanıyordu. Birkaç Arnavut yetkili de kalkıp ekiplerle birlikte oynamaya başladılar. Yanımdaki bakan da ayağa kalkmıştı ve beni elimden tutarak kaldırmaya çalışıyordu. Niyetini anlamıştım. Oyun ekibine katılmamızı teklif ediyordu.. Bunu üzerine oyun bilmediğimi oynayamayacağımı söylemeye çalışırken Bakanımız “Ayıp olur, kırma, oynadıkları zaten nedir? Koşturup duruyorlar. Sen gençsin yaparsın” deyince mecburen kalktım.

Gerçekten koşar adımlarla dönerek oynanan bir oyundu. İkinci turu tamamlamadan Arnavut Bakan yere düştü ve sızıp kaldı. Adamcağızı sallasırt dışarı taşıdılar. Gece de bir müddet sonra sona erdi. Başta Bakanımız, Arnavutlar ve arkadaşlarımız beni tebrik ediyor ve gecenin galibi ilan ediyorlardı.

Ancak, benim sorunum “ertesi gün nasıl kalkacaktım”. Çünkü ertesi gün erkenden bizde “Elbasan Tava” diye bilinen yemeği ile ün salmış Elbasan kentine gidecektik. Ya kalkamazsam. İşte bu hiç iyi olmazdı.

Yatmadan önce soğuğa yakın bir duş yaptım. Erkenden uyandım. Küvete ılık su doldurdum. Bir müddet sonra artık zindeliğime kavuşmuştum. Alelacele giyinerek aşağıya indim. Hareket saati yaklaşmıştı. Ancak, aşağıda kimseler yoktu. Kahvaltı yapacağımız salonda sandalyeler masaların üzerine ters çevrilmişti. Sonra gözüm duvardaki saate gitti. Arnavutluk zaman dilimi olarak Türkiye’den bir saat geriydi. Ben bunu düşünememiştim. Otelden çıktım. Tek bir vasıta yoktu. Tek tük insanlar dolaşıyordu. Uzun bir yürüyüş yaptım.

Otele döndüğümde bir saate yakın zaman geçmişti. Bakanla eşi merdivenlerden kahvaltı salonuna iniyorlardı. Beni görünce şaşırdılar. Teoman Bey “Biz Güler’le ‘Ertuğrul bu sabah kalkıp bizimle gelemez’ dedik, sen hepimizden önce kalkmışsın” dedi. “İyi dayandın” demeyi de ihmal etmedi.

O gece Büyükelçimiz, elçiliğimizde bir yemek verecekti. Biz misafirlerden önce oradaydık. Büyükelçi “Bu gece sahanızdasınız, sizin karşınıza sadece dün gece yere yıkılan o Bakan gelecek şekilde bir oturma düzeni hazırladım ve rakı servisi yaptıracağım. Bakalım, bu gece de seni sıkıştırmayı deneyebilecekler mi?” diye beni motive ediyordu!

Tiryaki olmayan, içtiği zaman iki dubleyi aşmayan ben, adeta yarışcı muamelesi görüyordum. İşte koşulların cilvesi.  Konuklar geldi. Bir önceki akşam oyun sırasında yere yığılıp kalan Bakan da konuklar arasındaydı. Ayağı kalkmayı başarmıştı. Ancak alkole elini süremedi. Meyve suyu içiyordu.

Böylece yarış bir önceki gün sonuçlanmış görünüyordu.

Ertesi gün Tiran Havaalanı’ndan yine öğrenci gruplarıyla ve Arnavut yetkilileriyle uğurlanırken Arnavutluk Heyet Başkanı bana onların meşhur İskender Bey konyağından bir şişe hediye etti. Böylelikle şampiyonluk kupamı da almış oluyordum.

Hani Orhan Veli’nin Vatan İçin şiirinde dile getirdiği;

“Neler yapmadık şu vatan için!

Kimimiz öldük;

Kimimiz nutuk söyledik.”

Dizesindeki gibi benim de bu kez kısmetime Arnavutlarla içki yarışması düşmüştü.