ÜNAL SAĞRA

unal-sagraÜnal Sağra’yı ilk kez Hamburg’da görev yaparken bir kokteyl veya toplantıda görmüştüm. Konuşuncaya kadar Alman olduğundan o kadar emindim ki. Uzun boylu, biraz kilolu, sarışın, mavi gözlü. Bir kuzey ülkesi yurttaşının tüm tipik özelliklerini taşıyordu. Ancak, konuşup tanışınca Türk olduğu ortaya çıktı.

Bir Almanla evliydi ve Hamburg’da yaşıyordu.

Ünal’ı tanımadan önce babası Kahraman Sağra’yı tanımıştım. Ordu’daki Sağra firmasının kurucusuydu. İşleri için zaman zaman önce genel müdür başyardımcısı, daha sonra genel müdür olarak görev yaptığım Ticaret Bakanlığı İhracat Genel Müdürlüğü’ne geliyordu.

Hamburg’daki görevim sırasında Ünal’la çok fazla karşılaşmadık.

Ben Türkiye’ye döndükten sonra bu kez Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı bünyesinde yer alan İhracat Genel Müdürlüğünde yine önce genel müdür yardımcısı ardından genel müdür olarak görev yaparken Ünal’la artık çok sık karşılaşıyorduk. Kahraman Sağra’nın vefatından sonra önce ağabeyi Yener Sağra şirketin başına geçmişti. Bir müddet sonra değişik nedenlerle aile, şirket yönetimini Ünal Sağra’ya bırakmıştı.

Ünal’la en yakın ilişkimiz 1985 yılında yapılacak “Dünya Sert Kabuklu Meyveler Konvansiyonu”nun ev sahipliğinin Türkiye tarafından üstlenilmesi ile oldu.

Ünal, bir sanayici veya tüccar yerine, bir devlet görevlisinin bu konvansiyonunun hazırlıklarını yapacak komisyonun başkanlığını üstlenmesini istiyordu. Bir yerde, organizasyona devletin de bir şekilde ilgi göstermesini sağlamaya çalışıyordu. Onun ve diğer ihracatçıların da ısrarı ile bu komisyonun başkanlığını üstlendim ve bu vesileyle Ünal’ı daha yakından tanımaya başladım.

Hani “nevi şahsına münhasır” diye bir tanım vardır. İşte Ünal gerçekten bu tanıma tam uyan bir kişiydi.

İlginç, basit ve sade bir giyim tarzı vardı. Çok çok gerekli olmadıkça giyimi çeşitli renklerde Lacoste tişört, gri ve bej lacoste pantolon, lacivert veya siyah blazer ceket ve ayaklarında makosen tek tip ayakkabıydı.

Bir gün kendisine “Ünal, bıkmıyor musun bu giyim tarzından” diye sordum.

“Giyim, benim için önem taşımıyor. Hem alışverişi, hem her gün ne giyeceğim diye düşünmek zaman kaybı, bu tarz giyimle hem zaman kaybetmiyorum, hem kafa yormama gerek kalmıyor” diye cevap vermişti.

Gerçekten Ünal birini gönderip  Lacoste’tan her renkten birer düzine tişört, yeterli sayıda pantolon, ayrıca blazer ceketlerle siyah ve bordo makosenleri aldırınca işi bitiriyordu. Artık onlar eskiyinceye kadar sorun olmuyordu.

Belki de haklıydı.

En samimi arkadaşı Hamburg’da birlikte ticaret yaptıkları Derviş Börü idi. Derviş, Ünal’ın aksine Almanya’da 500 metre uzaklıktan ben yabancıyım diye bağıran bir tipti. Derviş Adanalı 1,65- 1,70 cm boylarında kara kuru kıvırcık saçlıydı. Ben ikisini bir arada Laurel- Hardy’e benzetirdim.

Hamburg’da büroları müşterekti, hayatları müşterekti. Birbirlerine takılmaktan, iğnelemekten geri kalmazlardı.

İşte onlardan bir tanesi. Ünal, Dervişi anlatıyor:

“Bir gün Almanya’da barda içki içiyoruz. Derviş’in yan tarafında bir Alman kadın da içkisini yudumluyor. Bir ara Derviş kadının tarafına döndü ve onunla konuşmaya başladı. En az yarım saat sürdü bu sohbet. Bir nedenle Derviş kadının yanından uzaklaşınca kadına dönerek ‘Ben bu adamın uzun yıllardır arkadaşıyım. Ancak Türkçesini halen zor anlıyorum. Siz onun Almancasını nasıl anlıyorsunuz’ diye sordum. Kadın ne cevap verse beğenirsiniz.

“Ben onu dinlemiyorum ki, içkimi içiyorum”

Hepimiz kahkahaları koy verdik. Derviş sakin bir şekilde

“Ünal ben de seni zor anlıyorum” diye cevap verince ben devreye girdim.

“Demek ki bu kadar iyi arkadaş olmanızın temelinde birbirinizi az veya zor anlıyor olmamız yatıyormuş” dedim.

Bu yorumum da kahkahalarla karşılandı.

Ünal’ın ciddi görünüşünün altından böylesine çok esprili anlatımlar çıkardı.

Bir Almanya dönüşü bana uğramıştı.

“Biliyor musun, bu kez Almanya’ya gidişimde tanık olduğum bir durumu sana anlatmazsam rahat edemeyeceğim” diye başladı anlatmaya.

“Uçaktan indim Havaalanında pasaport kontrol noktalarına doğru ilerliyoruz. Biz Türkler ‘others’ yani ‘diğerleri’ yazan kontrol noktasında kuyruğa girdik. Baktım, bizden, başörtülü bir kadın, ellerinde sele sepet, bir kasketli adamla ‘EU’, yani Avrupa Birliği vatandaşları için ayrılmış kontrol noktasının kuyruğuna girmişler. İçimden ‘Bunlar yanlış kuyruğa girmişler, şunları uyarayım da bu tarafa gelsinler, vakit kaybetmesinler’ diye düşünerek seslendim.”

“Bakın orası Avrupa Birliği vatandaşları için ayrılmış kontrol noktası, yanlış sıraya girmişsiniz bu tarafa gelin” dedim.

Kasketli, karayağız ufak tefek adamdan gelen cevap çok kısa oldu.

“Biz Almanuk!”.

“Orta Anadolu lehçesiyle Alman olduğunu söylüyordu yurttaşımız. Pasaportunu uzatınca o Alman polisinin yüzünü gözümün önüne getirdim. Sonra hayatta hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını bir kez daha anlamış oldum.”

Ünal Sağra ürün geliştirmekte, pazarlamada, gerçekten üstün yetenekleri olan bir girişimciydi. Bugün hala özellikle çocukların severek yedikleri Tadelle, Sarelle gibi birçok ürünün yaratıcısıydı.

Türkiye’nin her yerinde sayıları hızla artan “Sağra Special” satış noktalarının ve Sarelle Çeşmesi gibi yöntemlerin uygulayıcısıydı. Çikolatalı mamüllerde Sağra’yı gerçekten çok iyi bir noktaya taşımıştı.

Ancak, Ünal bir yönetici, hele bir CEO değildi ve asla olamadı. Özellikle finansman konusuna hiçbir zaman gereği kadar ilgi duymadı ve maalesef bu çok önemli fonksiyonları zaman zaman hiç de ehil olmayan adamların eline bıraktı. Sağra firmasının güçlükler yaşadığını duyuyordum.

Ben artık Dış Ticaret Teşkilâtı’nda değildim. Başka bir kulvarda görev yapıyordum. Dolayısıyla daha az karşılaşıyorduk.

Ulaştırma Müsteşarıydım. Bir gün beni telefonla aradı ve “Çok yoruldum bir hayli talip var. Hatta bugün biriyle nihai sayılabilecek görüşmeler yapacağım. Sen ne dersin? “ dedi. Ünal’ın böyle bir niyet içinde olduğunu duyuyordum. Babaları Kahraman Sağra’nın büyük bir çaba ve dirayetle kurduğu ve geliştirdiği, oğullarının belli bir noktaya getirdiği, alanında ülkemizin önemli markalarından biri haline gelen bu firmanın, Sağra Ailesi’nin elinden çıkmasından gerçekten üzüntü duyuyordum. Ünal’ın bu sözleri üzerine duygularımı ifade ettikten sonra “Orayı sen yönetiyorsun. Sorumluluk senin sırtında ve bu firma size babanızdan emanet bir aile değeri. Sen mutlaka ailen ve firmanız için en doğru kararı vereceksin. Hakkınızda hayırlısı olsun” dedim.

Sonra, Sağra’nın Bayındır Holding’e satıldığını duydum. Ünal Almanya’ya ailesinin yanına gitmişti.

Bir daha yüz yüze görüşemedik. Sanıyorum babasının eserinin elden çıkmasından dolayı üzüntünün yanında bir mahcubiyet duygusu da taşıyordu. Yakın, geleneksel dost çevresinden uzaklaştığını duyuyordum.

Ebediyete intikal ettiğini öğrendiğimde bir eski dostu kaybetmekten öte, onun bir baba emanetini geleceğe taşıyamamış olmasının hüsranı ile hayata veda etmesinden dolayı üzüldüm.

Aramızdan ayrılanları anmanın onları yaşatmak olduğu söylenir.

Ünal, dostluğu ve esprili dünyası ile aramızda yaşamaya devam etsin.