SABİT GÖREV

Bu bir müfettişlik deyimidir. Müfettiş genelde sabit bir çalışma yeri olmayan oradan oraya hatta o coğrafyadan bu coğrafyaya savrulan bir görev adamıdır.

Genelde her müfettişin hedefinde bir gün kariyerine uygun bir idari göreve, müfettişlerin deyişiyle “sabit göreve” geçmek vardır.

Teftiş kurullarının kariyer olduğu, yani sınavla eleman alan, belli bir süre onları yetiştirdikten sonra yapılacak ikinci bir sınavı başarmaları üzerine müfettişliğe atayan teftiş kurullarından söz ediyorum.

Bizim zamanımızda Maliye Teftiş Kurulu, Ticaret ve Gümrük Bakanlıkları ile T.C. Ziraat Bankası teftiş kurulları bunların önde gelenleriydi.

Özellikle Maliye Bakanlığı ile T.C. Ziraat Bankası üst yönetiminin nerede ise tamamına yakını müfettişlerden oluşuyordu.

Ticaret Bakanlığı Teftiş Kurulu buna istisna teşkil ediyordu. Zira bizim kurulun çoğunluğu İstanbul’da oturuyordu ve Ankara’da bir göreve gelmeyi istemiyorlardı. Çoğunun eşinin de bir mesleği ve işi vardı. Aynı zamanda hepsi İstanbul’a büyük bir aşkla bağlıydılar. Hayatlarını orada kurmuşlardı ve Ankara’da yaşamayı düşünemiyorlardı. Ayrıca, müfettişler o tarihlerde bir genel müdürden bile yüksek ücret alıyorlardı. Nihayet bir sonuncu etken, birçok teftiş kurulunda en az 4-5 ay taşra görevi (müfettişlerin deyimiyle turne) söz konusuyken, bizde bu, kıdemsizler için bile 2 ayı pek geçmiyordu.

İstanbul’daki üstadlarımızdan pek çok reddedilen üst düzey görev teklifi hikâyesi dinlemiştim.

Ankara’da çok az sayıdaydık. Onların bir kısmı meslek hayatının sonlarına yaklaşmış kıdemli arkadaşlarımız, diğerleri ise gençlerdi.

Dolayısıyla bu yapıdan idareye pek geçen olmuyordu. Dış Ticaret’te (Ticaret Bakanlığı’nın Dış Ticaret Genel Sekreterliği’nde) görev alan birkaç eski müfettiş dışında idari yapıda bizden kimseler yoktu.

Uzun yıllar başkanlığımızı yapan Şehbender Ergin’in yerine İstanbul’dan başmüfettiş Halis Çolakoğlu teftiş kurulu başkanlığına getirilmişti.

Halis beyin refakatinde bulunmuş, birlikte turne yapmıştık. Birbirimizi sevmiştik

Teftiş kurulunda başkan yardımcılığı diye bir kadro yoktu. Başkan, başkan yardımcısı olarak görev yapmak üzere müfettişlerin arasından bir veya birden fazla kişiyi “refakat müfettişi” unvanıyla görevlendirebiliyordu.

Halis bey kıdem olarak çok yeni olmama rağmen refakat müfettişi olarak beni görevlendirdi.

Ailesini İstanbul’dan getirmemiş olduğu için çok sık İstanbul’a gidiyor ve orada uzun süre kalıyordu.

Bu nedenle başkan adına çoğu zaman idareyle ben muhatap oluyordum. Sık, sık bakanla, müsteşarla görüşüyordum. Teftiş kurulunu temsilen toplantılara katılıyordum. Sonuçta, kısa zamanda idare içinde tanındım ve olumlu bir izlenim bıraktım.

Dış Ticaret’in unutulmazları bölümünde Aclan Akkerman’ı anlatırken ayrıntılı olarak naklettiğim toplantının sonucunda İhracat Genel Müdür Başyardımcılığına atanmıştım. Ancak, atamadan benim haberim yoktu.

Bir kış akşamı geç saatlerdi. Hava kararmıştı. Telefonum çaldı. Özel kalemden bakanın beni çağırdığını bildiriyorlardı.

“Herhalde eldeki aktüel soruşturma konularında bilgi isteyecek” düşüncesiyle ilgili dosyalarımı da alarak özel kaleme indim.

Özel kalem müdürü “Geçin sizi bekliyor” dedi.

Bakanın makam odası hayli büyüktü. Kapıdan bakanın masasına kadar uzun bir yürüyüş mesafesi vardı.

Odada bütün ışıklar kapatılmıştı. Sadece masasının üzerindeki lamba yanıyordu.

Bakanımız Halil Başol Tekirdağ’lı idi. Bürokrasiden geldiği için konuları rahat anlatabildiğimiz, iyi diyalog kurabildiğimiz, güler yüzlü, yumuşak tabiatlı bir siyasiydi. Telefonda annesiyle sohbet ediyordu. İhtiyaçlarının karşılanıp karşılanmadığını, sıhhatini ve buna benzer hususları konuşuyorlardı.

Bana eliyle oturmamı işaret etti. Masanın önündeki koltuklardan birine oturdum.

Bir müddet sonra konuşması bitti. Zile bastı odacıya “ bize iki çay getirin” dedi.

Bakanın durumu, öyle bir soruşturma konusuyla ilgili bilgi alacak gibi görünmüyordu. Sezgilerim bunu söylüyordu. Acaba niçin çağırmıştı beni.

Hal hatır sordu. Teşekkür ettim.

Birden “Ertuğrul, seni teftiş kurulundan alıyoruz” dedi.

Çok yumuşak bir ses tonuyla söylüyordu bunları. Ama niçin alınıyordum, nereye alınıyordum? Merakım iyice artmıştı.

“Bugün üst yönetimdeki arkadaşlarla yurtdışına atananların yerine atamalar yaptık. Seni de ihracat genel müdür başyardımcılığına getirdik. Hayırlı uğurlu olsun” diye sözlerini tamamladı.

Bu o güne kadar teftiş kurulundan Dış Ticaret’e en yüksek düzeyde gerçekleşen bir atamaydı. Henüz 33 yaşındaydım. Böyle bir göreve değer görülmem gururumu okşamıştı.

Sayın bakanım teveccühünüze teşekkür ederim. Sizi mahcup etmemeye çalışacağım” dedim.

“Ben ondan eminim. Bütün arkadaşlar senin üzerinde birleştiler, seni takdir ediyorlar” diye gururumu bir kez daha okşadı.

Çaylarımızı içtik, teşekkür ederek yanından ayrıldım. Teftiş kurulundan arkadaşım Ersen Yavuz yukarıda bekliyordu. Haberi ona da verdim. Tam bir sürprizdi.

Bu görevlendirmeden gerçekten memnundum. Yalnız bir sorun vardı. O tarihlerde müfettişler, genel müdürden bile fazla ücret aldıkları için aylık gelirim bir hayli düşecekti. Bunun üstesinden nasıl gelecektim. Eşimle durumu değerlendirdik ve enginlere yelken basmaya karar verdik.

Yeni bir yola çıkmıştım.

Genel müdürün zaten talebi ve oluruyla bu göreve gelmiştim. Dolayısıyla üstlerimden yana sıkıntım yoktu. Genel müdür yardımcıları da aynı anda benimle birlikte atanmışlardı. Yeni terfi heyecanı içinde olan bu arkadaşlarımdan da herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmadım. Hatta bunlardan başta Şevket Özügergin olmak üzere Oktay Ergin ve Atilla Oyal’la ailece görüşmeye başladık.

Ancak daha alt kademeler merak ve şaşkınlık içeresindeydiler.

Çünkü onlar beni tanımıyorlardı. Genel müdür başyardımcısı olduğum için genel müdürlüğün tüm işleri genel müdürden önce bana geliyordu. Bir kısmını ben sonlandırıyordum bazıları ise benden sonra genel müdüre gidiyordu.

Bir kısmı yazılarını iyi niyetle takdim ediyor ve nezaketle hareket ediyorlardı.

Ancak, içlerinde beni yanıltmak, sınamak isteyenlerde az değildi.

Öyle ya dışticaretin dışından gencecik bir adam gelmiş ve dışticaretin amiral gemisi kabul edilen ihracat genel müdürlüğünün iki numaralı koltuğuna oturmuştu.

“Onu rezil kepaze edelim de görsün bakalım” da, bu tür girişimlerin esas amacı idi.

Bildiğim konularda, bilgi düzeyim onların çok üzerinde idi. Ancak doğal olarak geleneksel ihraç ürünlerimizin çoğunun üretim, ihracat, pazar, standart bilgilerine hâkim değildim.

O ürünlerin sezonluk maceralarını yaşamamıştım.

O tarihlerde Türkiye’nin ihracatının dörtte üçü tarım ürünlerinden, bunun da önemli bölümü devlet tarafından destekleme alımı yapılan tütün, fındık, çekirdeksiz kuru üzüm, kuru incir, pamuk, zeytinyağı gibi geleneksel tarım ürünlerimizden ibaretti.

Dolayısıyla bu ürünlerle ilgili bilgilere hâkim olmak önemliydi. Bu nedenle ihracatta şöhret olmak bu maddelerden geçiyordu. “Oktay iyi tütüncüdür”, “Dinçer zeytinyağcıdır”, “o fındıkçıdır, bu fıstıkçıdır” diye anılıyordu bu maddelerde bilgili sayılanlar.

Bu ürünlerin destekleme raporları ihracat genel müdürlüğünce hazırlanıyordu. Bunlar, her biri en fazla 30-40 sayfalık metinlerdi. Bunları, tüm ilgili mevzuatı ve önemli dosyaları, hepsini topladım. 6 ay sıkı çalıştım. Uzmanlarla görüştüm, tartıştım.

6 ay sonra pişmiştim. Her maddeye uzmanıyım diye geçinenler kadar hakim olmuştum. Artık yanlışları buluyor, tenkit ediyordum.

Sınama, deneme teşebbüsleri, sonunda bıçak gibi kesildi.

Hani bir tabir vardır. “Bükemediğin eli, öpeceksin” diye. Ben kimseye el öptürmedim. Ancak bana saygı duymalarını bekledim ve bunu sağladım. Ben de onlara saygı gösterdim.

Ben onları, onlar beni kabul etti.

Artık Dış Ticaret’e hukuken olduğu kadar fiilen de girmiştim.