İTİBAR

İtibar çok önemlidir. Bugünkü gazetelerden birinde işadamı Cem Boyner’in bir sözü vardı. “İtibar kaybedeceğinize para kaybedin.” diyordu. Kesinlikle katılıyorum. Kaybedilen parayı çalışıp yeniden yerine koyabilirsiniz. Ancak İtibarınızı kaybetmişseniz bunu tekrar yerine koymak o kadar kolay değildir.

Günlük hayatımızda çok kullanılan bu deyim iş dünyasında özellikle önem taşır. Bankanın, Şirketin, İş adamının itibarlısı her yerde kabul ve saygı görürken, iflas etmiş veya güvenilir değil damgasını yemiş, yükümlülüklerini yerine getirmeyen şirketlere ve gerçek kişi tacirlere itimat edilmez, saygı gösterilmez, dışlanırlar.

Ulusal itibar da çok önemlidir. Bir ulusun tarihinin, birikiminin göstergesi, saygınlığının ölçüsüdür. Ulusun itibarının simgeleri vardır. Bayrak gibi, milli marş gibi, Devlet başkanı gibi ve bize benzeyen ülkelerde ülkenin kurucu babası kabul edilen Atatürk gibi, ABD de George Washington, Hindistan’da Gandi, Almanya’da Bismarck gibi. Bir ulusun tüm bireyleri, kurum ve kuruluşları ulusun itibarını ve itibarının simgelerini koruyacak hatta onu yüceltecek şekilde davranmak zorundadırlar. Örneğin spor müsabakalarında uluslararası yarışmalara katılan sporcularımızın, takımlarımızın gerek tutum ve davranışları, gerekse mücadele azimleri, performansları ve başarıları ile kazansalar da kaybetseler de ulus itibarını yükselten, en azından zedelemeyen bir duruş sergilemeleri beklenir. Keza, devlet adına uluslararası görüşme, ziyaret ve toplantılarda diplomat ve siyasilerimizin de bu doğrultuda hareketleri esastır. Ulusal itibarla kişisel itibarın paralel yürümesi gerekir. Ancak ulusal itibarın kişisel itibardan önce geldiği genel kabul görür.

Büyük Türk Hikayecisi Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan hikayesi bir ülkenin temsilcisinin zor durumlarda dahi nasıl ulus itibarını kolladığının, ona öncelik verdiğinin güzel bir anlatımıdır. Bu güzel hikayeyi kısaca özetlemek isterim. Osmanlı Padişah’ı kendisini ziyaret eden İran elçisine çok iyi davranmaz. Bu nedenle İran Şahına gönderilecek elçinin mutlaka aşağılanacağı düşünülerek korkmayan, iradesi bükülmeyen bir elçi aranır. Hiçbir şekilde devlet hizmeti kabul etmeyen para, güç ve ikbal karşısında eğilmeyen, Muhsin Çelebi sağlam kişiliği, cesareti nedeniyle seçilir. Ancak, Muhsin Çelebi’nin bir koşulu vardır. Gidecek heyetin tüm seyahat masraflarını bizzat kendi karşılayacaktır. Mecburen koşulu kabul edilir. En iyi binek hayvanları alınır. Kafile en güzel giysiler, taşlarla süslü değerli kılıç ve hançerlerle donatılır. Muhsin Çelebi, servetinin önemli bir kısmını bu uğurda harcar. Kalanı ile ise o güne kadar Osmanlı sultanının dahi henüz sahip olamadığı bir pembe incili kaftan yaptırarak giyer.

İran şahı Osmanlı sefirini aşağılamak için huzurunda oturacak bütün divan ve şilteleri kaldırtır, Muhsin Celebi vakur bir şekilde Şahın huzuruna girer el etek öpmeden Osmanlı Padişahının mektubunu öpüp alnına koyduktan sonra Şah’a takdim eder. Osmanlı Sefirinin tutumu Şahı sinirlendirir. Sağına soluna bakınan Muhsin Celebi oturacak bir yer gösterilmediğini; esasen oturacak herhangi bir şeyin olmadığını da görünce sırtında ki pembe incili kaftanı yere serer ve üzerine oturur. Şahın söyledikleri bitince de izin almadan kalkar. İncili kaftanı yerde serili bırakarak arkasına bakmadan çıkıp gider. Şah, adamlarının incili kaftanı elciye vermelerini söyler. Muhsin Celebi, kaftanı getiren Şahın adamlarına “ Bir Elçiyi oturtacak minderiniz, şilteniz bile yok. Sizde kalsın” der.

Dönüşünde incili kaftanı satarak yeniden hayatını düzene koymayı planlayan Muhsin Celebi, yaşamının kalan kısmını İstanbul’da yoksul sayılabilecek koşullarda geçirir. Ulusal itibarın “kişisel ikbalin önünde olması gerektiğinin hatta ulusal ve kişisel itibarın birlikte yüceltilebileceğinin” ne güzel anlatımıdır bu hikaye…

Tabii Ulusal itibari yücelteceğiz derken ölçüyü de kaçırmamak gerekir. Çünkü özellikle Uluslar arası ilişkiler gerçekler üzerine kurulur. Dilerseniz yine sözü Vakfımızın Başkanı Sayın Ertuğrul Önen’e bırakalım.

“Saddamın Kuveyt’e saldırısı ile başlayan Körfez Krizi patlak vermiş, savaşta zarar gören çevre Ülkelerin zararlarının kısmen karşılanması için Körfezin petrol zengini Ülkeleri ile ABD, Almanya gibi zengin batı ülkelerinin zarar gören Ülkelere yardımı amacıyla çalışma başlatılmıştı.

80’li yılların sonları Bonn’da Büyükelçilik ekonomi ve ticaret Baş müşaviriyim. Devlet Bakanı Sayın Güneş Taner’in başkanlığında, hazine ve merkez bankası temsilcilerinden oluşan bir heyet geldi. Almanya’nın dış yardımlar konusunda yetkili bakanlığı Ekonomik işbirliği Bakanlığından randevu aldık. Almanlar prensip olarak randevunun başlangıcı gibi süresini de bitiş saati ile verirler. Bize 1 saatlik bir süre ayrılmıştı. Tam vaktinde toplantı odasına girdik. Almanlar başta bakanları olmak üzere bekliyorlardı. İki heyet karşılıklı oturduk. 3-5 dakika karşılıklı tanışma ve nezaket ifadeleri ile geçti. Sonra Alman Bakan sizi dinlemeye hazırız dedi ve Güneş Bey konuşmaya başladı. Konuşma 40 dakika civarında sürdü. Bakanımız Osmanlı tarihinden başarılarından girdi. Bütün Orta Doğunun bizim olduğunu ve dolayısıyla bugünkü petrol bölgelerinin de bize ait olduğunu, Viyana kapılarına kadar gittiğimizi uzun uzun anlattı. Tam yanında oturan Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarı Namık Kemal Kılıç birkaç defa Bakanın ceketini çekiştirerek konuya gelmesini hatırlatmak istedi. Ama boşuna. Sonunda fazla detaylandırmadan zararımızın milyar $ seviyesinde olduğunu belirterek sözünü bitirdi. Alman Bakan “ilgi ile dinledik. açıklamalarınıza teşekkür ederiz” dedi ve ayağa kalktı. Görüşme bitmişti. Bir müddet sonra Almanlar bize yapacakları yardımı 150 milyon Alman markı olarak açıkladılar.

Bir rastlantı sonucu Alman yardımının açıklamasının ardından Devlet Bakanı Işın Çelebi Bonn’a gelmişti. Temaslarının ardından Parlamento basın kulübünde bir basın toplantısı yaptı. İzleyenlerin tamamı Türk gazetecileri idi. Bunlardan birinin sorusu üzerine Sayın Çelebi “Alman yardımını eleştirerek 150 milyon DM yetersiz bulduğunu, Türkiye gibi büyük bir ülkeye uğradığı zarar dikkate alınmaksızın belirlenen bu rakamın bizim için önemsiz olduğunu, isterlerse bu rakamı bizim onlara verebileceğimizi ifade etti. Sayın Çelebi’nin bu ifadesi Türk gazetelerinde “isterlerse biz onlara 150 milyon dolar verelim” şeklinde yer aldı. Sayın Bakan döndü bizim çilemiz başladı. Bir müddet sonla hazineden telefonlar gelmeye başladı. Alman yardımını soruyorlardı. Görüştüğümüz yetkililer inşallah maşallah diye geçiştiriyor ancak somut bir şey söylemiyorlardı. Hazinenin baskısı giderek arttı. Artık işi yazıya döktüler. Baktım telefonla olmayacak iyi ilişkim olan bir bakanlık yetkilisinden randevu alarak ziyaretine gittim. Esasen bildiği konuyu tekrar anlatarak bu gecikmenin nedenini sordum. Önce cevap vermekte tereddüt gösterdi. Israrım üzerine “ Resmi bir cevap mı istiyorsun,yoksa aramızda kalacak gayri resmi bir dost cevabı mı…?” diye sordu. Dost cevabını tercih ettiğimi söyledim. Bunun üzerine “ Sizin bakanın basın toplantısındaki ifadesi maalesef burada frene basılmasına sebep oldu. Ancak kısa süre sonra bu parayı hesabınıza geçireceğiz dedi.”

Bu cevabı münasip bir şekilde merkeze aktardım. Kısa bir süre sonra Alman yardımı hesabımıza geçti. Bunları, itibarın altının dolu olması, gerçeklere dayanması gerektiğini ifade etmek için anlatıyorum. Yani itibar kof, gerçeklere dayanmayan ayaklar üzerine bina edilemez.

Gerek kişisel itibarımız, gerekse ulusal itibarımız açısından bu hususa çok dikkat etmemiz gerekmektedir.

İtibar zor kazanılır, kolay kaybedilir.
İtibar gerçeklere dayanmıyorsa adı itibarsızlıktır.