ÜRETEN BİR ÜLKE

1962 yılında o günkü adıyla Federal Almanya’ya öğrenci olarak adım attığımda İkinci Dünya Savaşının bu ülkede yaptığı yıkımı gösteren filmlerin etkisiyle yanmış yıkılmış bir ülke ile karşılaşacağımın kesin inancı içeresindeydim.

Bu büyük savaş biteli daha 17 yıl olmamıştı. Savaşta ülkenin büyük kentleri, sanayi tesisleri ve altyapısı adeta yerle bir olmuş, müttefikler hava bombardımanı ile yıkamadıklarını işgal sırasında yıkmaktan geri kalmamışlardı.

Almanya bu savaşta 5.185.000’i asker, 1.170.000’i sivil olmak üzere toplam 6.355.000 insanını kaybetmişti. Kaybedilen bu nüfus ülkenin genç, üretken nüfusu idi.

Ancak, uzun tren yolculuğunun ardından ayak bastığım Almanya beni daha ilk günden şaşırtmaya ve sürprizleri ile tanıştırmaya başlamıştı.

Büyük şehirlerde sanki yapılan hatayı gösteren bir ibret anıtı gibi bırakılan sembolik birkaç yapının dışında yıkıntının izine rastlamak mümkün değildi. Bu kentler, o çağın tüm uygarlık unsurlarını barındıran, pırıl pırıl, gerçekten rahat, konforlu yaşanır yerler haline getirilmişti. Halkın refah düzeyi yükselmişti.

Tüm bunları sağlayan neydi? Daha o yıllarda kendime göre bir kanaate varmıştım. Bu soruya cevabım; toplumun yüksek eğitim düzeyi ve bilgi birikimiydi. İşte bu iki faktör, güçlü Almanya’yı yeniden yaratmak üzere tüm akılcılığı ve yaratıcılığı ile devreye sokulmuş ve üretim çarkları hızla döndürülmeye başlanmıştı. Biliyor ve inanıyorlardı ki, tekrar eski güçlerine ulaşmanın, tekrar Avrupa’nın en güçlü ekonomisini yaratmanın yolu üretmekten geçmektedir. Hızla dönen üretim çarklarına Alman kol gücü yetmez hale gelince Almanya, 60’lı yıllardan itibaren önce İtalyan, İspanyol, Yunan ve Yugoslavlara arkasından Türk işçilerine kapılarını sonuna kadar açtı.

Üretmeyen, üretme becerisi olmayan toplumların işsiz, niteliksiz emek gücü, sayıları milyonlara ulaşacak büyüklükte bu ülkeye aktı.

Ülke üretimini en üst düzeye çıkarmak, mevcut üretim çarklarından en fazla verimi sağlayabilmek için her türlü üretim metodunu devreye soktu. Bunlardan en ünlüsü “Fliessband”,  yani “akan bant” sistemiydi.

Bu uygulamada işçi bir yerde sabit duruyor ve önünden geçen bant üzerinde yer alan bir objenin ya bir vidasını sıkıştırıyor veya ona bir parçayı monte ediyordu. Bandın hızı öyle ayarlanmıştı ki, yavaş hareket ederseniz işinizi yetiştiremiyordunuz. Onun için bir makine düzeni içinde fasılasız çalışmanız, tuvalete bile gitmek isterseniz mutlaka ustabaşına haber vermeniz ve onun sizin yerinize geçici olarak birini oturtması gerekiyordu. Yani bu sistemde kaytarmak mümkün değildi. Sisteme adapte olamayanlar hemen ortaya çıkıyor ve onlar sistemin dışına çıkarılıyordu.

Bir diğer sistem “Akkordarbeit”, “parça başı” diye tanımlanan uygulama idi. Bu sistem genellikle bir makine başında çalışan işçiler için öngörülmüştü. Bu sistem için o makinanın bir saatte yapacağı iş ucu ucuna hesaplanarak ne kadar adet iş yapması gerektiği işçiye yapacağı asgari adet olarak bildiriliyordu. Örneğin saatte 50 parça işlenmesi gerekiyorsa işçinin bir saatte bu 50 parçayı işlemesi gerekiyordu. Bu normal bir çalışma düzeni ile ucu ucuna elde edebilecek bir sonuçtu. İşçi eğer bu sayının altında kalırsa önce ikaz ediliyor, sonra başka bir işe kaydırılıyor. Orada da başarısız olması halinde işten uzaklaştırılıyordu.

50 parçanın üzerinde üretilecek parçalar için ise işçiye prim ödeniyordu.

Üretim çarklarının hiç durmaksızın çevrilmesine özel bir önem veriliyordu. Tüm fabrikalar üç vardiya, yani 24 saat durmaksızın çalışıyorlardı. Böylelikle o tesisten azami fayda elde edilmiş oluyordu. Şehirler bu nedenle geceleri bile yaşıyorlardı.

Herkesin emeğinden kısa süreli olsa da yararlanılmaya çalışılıyordu. Öğrenciler, ev kadınları haftalık boş saatlerini “Arbeitsamt”, “İş Kurumu”na bildiriyor ve kendilerine o saatler için yapılacak iş temin ediliyordu. Bu işler genellikle bir bilgi beceri gerektirmeyen, taşıma, tasnif, temizlik gibi basit işler oluyordu. Üretim vasıtaları, emekte dâhil olmak üzere en verimli şekilde kullanılıyordu.

İşte bu çabalar savaştan yenik çıkmış, yıkılmış, yakılmış ülkeden bugünün Avrupa Birliği’nin lokomotifi olan Almanya’yı yaratmıştır.

Bonn’da Ekonomi ve Ticaret Başmüşaviri olarak görev yaptığım dönemde Ticaret Müşavirleri Kulübünün organize ettiği bir Bavyera gezisine katıldım. Bu gezide BMW’nin Regensburg tesisleri de yer alıyordu. Sene 1990’dı. Gördüğüm manzara çok etkileyiciydi.

Bu tesiste akan bantın etrafında artık robotlar yer alıyordu ve bütün işi bu robotlar yapıyordu. Bu robotların imalatta gereksinim duyduğu parçalar da robot araçlar tarafından depolardan alınarak bantın kenarına getiriliyordu. Üretime nerede ise insan eli yok denebilecek kadar az değiyordu. 2020 de durum nasıldır? Düşünemiyorum.

Düşündüğüm ve düşüncemin sonucundan emin olduğum bir şey var ki o da Almanya’nın her zaman, her şart altında üreten bir ülke, üreten bir ekonomi olduğu ve bu sayede bir refah toplumu haline geldiğidir.

Darısı ülkemize!