PASAPORTUMUN İTİBARI

60’lı yılların başları 18 yaşını bitirmiş bir çocuk olarak pasaportumu cebime koydum. Sirkeci’den trene bindim. O tarihlerde uçakla seyahat ancak çok varlıklıların tercihi olabiliyordu. Öğrenim için Almanya’ya gidiyordum. Koyu lacivert renkli üzerinde ay yıldızlı pasaportumla önüme çıkacak tüm sınırları sorgusuz sualsiz geçebileceğim inancı içerisinde yollara düşmüştüm.

Hiçbir sınırda en küçük bir güçlükle karşılaşmadım. Görevliler pasaportumu alıp bana ait olup olmadığına ve geçerlilik sürelerine bakıp teşekkür ederek iade ediyorlardı.

Bulgaristan, Yugoslavya, Avusturya ve Almanya sınırlarını bu şekilde geçtim. En küçük bir üzücü davranışla karşılaşmadım.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in verdiği pasaportun itibari tamdı. O yılların Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları pasaportlarını ceplerine koyduktan sonra Avrupa’nın kapıları onlara ardına kadar açıktı.

Bunları günümüzde dış ülkelere seyahat güçlükleri yaşayanlar için anlatıyorum.

Altı üstü bir hafta on günlük kısa bir seyahat yapacaksınız, sizi sıkıcı sorular altında ezmekle kalmıyor, gayrimenkullerinizin tapularından, bankalardaki mevduatınıza kadar tüm saklınızı gizlinizi önlerine sermenizi talep ediyorlar. Sanki adamların memleketlerini satın almaya gidiyorsunuz.

Birçok iş adamının müşterisi ile görüşmeye gidemediğinin, fuarlara katılan firmaların yetkililerinin vize alamadıkları için standlarının başında yer alamadıklarının örneklerini çok gördüm.

Yoksulluğun gözü kör olsun. Onlar bize bu muameleyi yaparken biz onları neredeyse boyunlarına sarılarak, ayaklarının altına halılar sererek karşılıyoruz. Neymiş, üç beş kuruş harcayarak ekonomimize katkı sağlayacaklarmış. Artık vize almanızda çoğu kez size karşı kabalaşmalarını engelleyemiyor. Sıra size geldiğinde “işte nihayet bir şüpheli yakaladım” havasındaki pasaport memuru asık ve şüpheci bir yüz ifadesi takınarak dakikalarca önden arkaya, arkadan öne pasaportunuzun sayfalarını çevirir durur. Sırada bekleyenler de size kriminal bir kişiye bakan tavırlara girerken sorgu sual başlar. Niçin geldiğinizden, ne kadar kalacağınıza, otelinizin adresine varıncaya. Sonra lütfeder “Allah belanı versin” tavrıyla uzatır pasaportunuzu.

İnsanı geldiğine geleceğine pişman eden bir tavırdır bu. Yani vizeye başvuruyla başlayan aşağılayıcı tavır sizi pasaport kontrolünden geçinceye kadar izler.

Her konuda olduğu gibi ülkemizin yetkilileri, pasaportumuzun itibarının arkasında durmak yerine bu alanda da ayrıcalıklar yaratarak soruna kendi bildiklerince çözümler üretmeye çalışırlar.

Milletvekilleri, emeklileri ve tüm aile efradı. Sanki diplomatik görev yapıyormuşçasına vizesiz seyahat edebilmek için diplomatik pasaport alma ayrıcalığını elde etmişlerdir. Yani millet bu zillete katlanırken, vekilleri her zaman olduğu gibi önce kendilerini kurtarmışlardır.

Keza, Dışişleri Bakanlığı’nın emekli diplomatları, sanki emeklilikte de görevleri devam ediyormuşçasına diplomatik pasaport ayrıcalığına sahip olmaya devam etmektedirler.

Devlette ilk dört derecede görev yapanlar yeşil pasaportla vizeden kısmen paçayı kurtarırlar. Son yıllarda avukatlara, ihracatçılara da ulufe dağıtır gibi bu hak verilmeye başlanmıştır. Hatırlayınız! Bu karar açıklanırken Barolar Birliği Başkanı bir zoru başarmış komutan edasıyla nasıl alkış tutuyordu.

Son yıllarda varlıklılarımızın izlediği bir yol daha var ki, en garantilisi ve temizi de bu yol olsa gerek. Veriyorsunuz parayı alıyorsunuz bir ülkenin vatandaşlığını veya o ülkede oturma hakkını, sonra gelsin bu ülkenin pasaportu veya süresiz vizesi.

Bunları yazarken derin bir üzüntü duyuyorum. Niçin bu hallere düştüğümüzün, ülkemizin ve pasaportumuzun itibarı en yukarılarda iken, bugün hor görülen ülkenin istenmeyen vatandaşları haline nasıl geldiğimizin nedenlerini düşünüyorum.

Aklıma ülkemizdeki yoksulluk ve bunun sonucu olarak genç nüfusumuzun umudunu yitirerek, kurtuluşunu yabancı ülkelerde aramasına ve bu göç endişesinin, batılı ülkeleri bize karşı böylesine saygısız ve özensiz tavırlara sürüklemesine bağlıyorum.

Ülkemiz bir gün kişi başına milli gelirini otuz kırk bin dolarlar düzeylerine çıkarabilirse, ihracatımızın ithalatı karşılama oranı en az %100’ün üzerine çıkarsa, cari açık ve dış borç belasından kurtulursak, her yıl istikrarlı bir şekilde en az % 7’lik bir büyüme rakamı yakalarsak, istihdama katılan nüfusumuzun tam istihdamını sağlayabilirsek, imalat sanayi üretimimiz içerisinde üstün teknolojili ürünlerin oranını % 30’lar düzeyine yükseltebilirsek, üniversitelerimizin büyük bir bölümü dünyanın ilk 100’ünün ve ilk 500’ünün içinde yer alırsa göreceksiniz. O gün biz talep etmeden vizeyi onlar kaldıracaklar ve bu defa onlar bizi boynumuza sarılarak, ayaklarımızın altına halılar sererek karşılayacaklar. Günümüzün materyalist dünyasında başka türlüsü zaten mümkün değil.

Ne dersiniz o günleri görebilecek miyiz?