BAKİ KALAN BU KUBBEDE BİR HOŞ SADA İMİŞ

Mustafa Koç’un ani ve zamansız kaybı ülkemizde derin yankı yaptı. Doğaldır ki Türkiye’nin en köklü ve güçlü şirketler topluluğunun yönetim kurulu başkanı olması, çok önemli bir aileye mensubiyeti, bunların hepsi toplumdaki bu dalgalanmada etki sahibidir.

Ancak, görebildiğimiz kadarıyla, Mustafa Koç’un kaybının yarattığı titreşimler toplumun her güçlü ve zengin bireyinin kaybından farklı etkiler yaratmış görünmektedir.

Merhumun mütevazı, sevecen, insanlara ve doğaya saygılı, yardımsever kişiliğinin başta çalışanları ve çevreciler olmak üzere toplumun birçok katmanında izler bıraktığı, titreşimler yarattığı anlaşılmaktadır.

Mustafa Koç, her faniye, her varlıklı kişiye kısmet olmayacak, parayla servetle elde edilemeyecek bir sevgi seli ile aramızdan ayrılmış, bu kubbede hoş bir sada bırakmıştır.

Bulundukları topluluklara, hatta bütün insanlığa asırlar boyunca hayırla anılacak iyilikler, hizmetler yapmış, kubbede hoş sada bırakmış olanlardan bazılarını anımsamaya çalışalım.

Hayatımızı kolaylaştıran, insanlığın çağ atlamasını mümkün kılan bu insanlar dehaları, çalışmaları ve icatları ile tüm insanlığın hayatını pozitif olarak etkilemişlerdir.

Bugün sağladığı aydınlıkla gecelerimizi aydınlatan Thomas Alva Edison; bulduğu telsiz telgraf yöntemi ile uzakları yakın eden Guglielmo Marconi; sesi bir yerden başka bir yere taşıyarak bize telefonun konforunu ve güvenli ortamını sağlayan Graham Bell; buharlı makineyi geliştirerek insanlığı sanayi devrimi ile tanıştıran James Watt; uzakları yakın eden, dünyayı küçülten motorlu uçağın mucidi Wright Kardeşler; hepsini bugün, halen minnetle anıyoruz, insanlığa yaptıkları katkılardan kuşaklardır yararlanıyoruz ve gelecek kuşaklarda yararlanmaya devam edecekler.

Aynı şekilde insanlığa daha sağlıklı yaşam imkânları sunan, hayat kurtaran, veremi korkulan ölümcül bir hastalık olmaktan çıkaran Robert Koch; penisilini, daha ötesi bakterilere karşı antibiyotikleri bulan Sir Alexander Fleming; pastörizasyonun mucidi, kuduz ve şarbon hastalıklarının aşısını geliştiren Louis Pasteur; hastalıklarımızın tanınmasında en önemli buluşlardan biri olan X ışınlarını bularak insanlığın hizmetine sunan Wilhelm Conrad Röntgen. Bugün onların ve burada adlarını tek tek sıralayamadığımız onlarcasının insanlığa yaptıkları katkılar, yaşamımıza güven ve kalite katmıyor mu..? Hangi milletten hangi dinden olduğuna değil, insan olmasına, insanlık için çalışmasına minnet duymuyor muyuz..?

Yalnızca onlar mı..?

Ölümsüz müzikleri ile asırlardır insanlığın ruhunu yıkayan, arıtan, yaşamımıza zenginlik katan Bethoven’lar, Mozart’lar, Çaykovski’ler, Dede Efendi’ler. Cezanne’ler, Van Gogh’lar, Rafael’ler, Picasso’lar, Hoca Ali Rıza’lar, Şeker Ahmet Paşa’lar gözlerimizden ruhumuza, manevi edinimlerimize katkılarından, bu kubbede bıraktıkları hoş sadadan dolayı milliyet, cinsiyet ayırdı olmaksızın içimizden onlara, bize yaşattıkları bu güzellikler için şükran duymuyor muyuz..? Bunlar insanlığa ayırt olmaksızın hizmet sunmuş, iz bırakmışlar.

Köyüne, kasabasına, okuluna, kurumuna, ülkesine hizmet veren, bu dünyadan göçtüğünde arkasından yaptıklarını bayrak gibi dalgalandıran, hatırası önünde saygıyla eğilinenler. Onlar da bu kubbede hoş sada bırakanlardandır.

Bize vatanımızın anahtarını veren Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan; Anadolu merkezli bu coğrafya’da bizi kalıcı kılan Osmanlı İmparatorluğunun ilk temelinde harcı olan Ertuğrul Bey; bu devlete adını veren Osman Bey; bize dünyanın incisi İstanbul’u kazandıran Fatih Sultan Mehmet.

Osmanlı coğrafyasını inci örneği eserleriyle donatan büyük Mimar Sinan; düşünce ve manevi dünyamızı bezeyen Sultan Mevlana; Yunus Emre, Karacaoğlan, Aşık Veysel, Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet ülke insanları olarak onları gönüllerimizde yaşatarak borcumuzu ödemeye çalışıyoruz.

Nihayet, bu cumhuriyeti kurarak bize bırakan, devletimizin kurucusu büyük Atatürk. Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı eserinin yazarın 30 Ağustos zaferini öğrendiği anları anlatan bölümünü her okuyuşumda bir duygu seline kapılıyorum. Ona minnet duygularım pekişiyor.

Milletimizin tutsaklığının devam ettiği 1922 Ağustosunda Türk Ordusu’nun taarruz kalktığı rivayeti yayılır. Günlerce telgraflar susar Anadolu’dan haber alınamaz.

Falih Rıfkı Büyükada’ya vapurla giderken azınlıkların sevinciyle kahrolur. Söylenenlere göre Türk ordusu imha edilmiş, Mustafa Kemal karargâhı ile beraber esir alınmıştır. Falih Rıfkı bu olanlar karşısında “Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız, kalp denen şeyin ne sağlam bir maddeden yapıldığını ben o akşam Büyükada vapurunda öğrendim” diye duygularını ifade eder.

Ertesi gün vapurun bir köşesine sığınarak köprüye ulaşır. İnsanlar sevinç içinde koşuşturmakta, birbirlerine sarılmaktadırlar. Falih Rıfkı onları kınayan gözlerle izler, “Meğer soysuzluk bu boyutlara mı ulaştı, bunlar hangi muhipler cemiyetinin üyeleridir. Acaba bizimkiler üzüntülerinden, utançlarından evlerinde mi kaldılar” diye düşünür.

Gazeteye geldiğinde karşılaştığı tablo bambaşkadır. Meğer karargâhı ile esir düşen Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis’miş. Halk gazetenin pencerelerinden kaptığı gazeteyi yüzüne gözüne sürmektedir.

Falih Rıfkı sevincini şu sözlerle taçlandırır; “Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal! Sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim.”

O günü yaşamadık. Ancak aynı minnet duygularını bugün aynen duyuyoruz ve Falih Rıfkı’nın sözlerinin altına imzamızı atıyoruz.

Sevgileri ile kalplerimize dokunan, milletlerine hizmet eden, güzellikler yaratan, kubbede bir hoş sada bırakan sanatçı, bilim insanı, devlet adamı, siyasetçi, işadamı, hepsinin yeri ışıklarla dolsun, sevgileri ve saygıları bol olsun.