BİR ZAMANLAR ÜLKEMİZDEN MANZARALAR

50’li 60’lı yılların Türkiyesi yoksul, içine kapanık, ancak gururlu ve geleceğe umutlu bakan bir ülkeydi.

Şehirlerarasında bırakın otoyolu, çift yol kavramının bile tanınmadığı dönemler. Yol eğer asfaltsa, tanımı; “kaymak gibi” idi.

Ankara İstanbul arası, Türkiye’nin en büyük sanayi şehri, ticaret ve kültür merkezi ile ikinci büyük kenti ve siyasi başkentini bağlayan, kentlerden kasabalardan kıvrıla kıvrıla giden, iki şeritli mütevazı bir yoldu. Kızılcahamam civarındaki Kargasekmez ve Azaphane Deresi tabir edilen dağlık tepelik yerleri geçmek sabır ve zaman meselesiydi. Hele önünüze 10–20 km hızla giden bir kamyon konvoyu düşmüşse, gerçekten ya peygamber sabrı gösterecektiniz ya da amiyane tabirle “kelle koltukta” sollayıp, karşıdan gelen bir araçla karşı karşıya gelmemeye dua ederek  bu konvoyu geçmeyi deneyecektiniz. Kışları ise tam bir kaos idi. Cankurtaran ve Bolu Dağı bir türlü geçit vermezdi.

Doğuya doğru Ankara’dan ötesi tam bir macera idi. Kabaca açılmış ve sonra çakıl, kil, kum dökülerek sertleştirilmiş zeminlerde, burunlu denilen otobüslerle tozu toprağa katılarak ortalama 40–50 km hızla yol alınırdı. Zaman zaman otobüslerin üzerine bağlanan bagajların düştüğü olurdu. Fark edilirse ne ala.

O yıllarda, bu yollarda lastik patlatmadan sonlandırdığımız seyahat hatırlamıyoruz. Rutini tüm yolcular adeta ezberlemişti.

Tekerin sökülmesi, bugün artık mevcut olmayan iç lastiğin çıkarılması, su içerisinde patlağın yerinin tespiti, yapıştırılması, adım adım defalarca izlemiştik. Takriben bu sürecin ne kadar zaman alacağını da ezbere biliyorduk. Şöyle veya böyle bir şekilde varıyorduk gideceğimiz yerlere.

Tabii varamayanlar da oluyordu. Ertesi gün gazetelerde yer alan “hatalı sollama sonucu … kişi hayatını kaybetti” haberi ile sonlanıyordu başaramayanların yolculuğu.

İlkokullarımızda yerli malı haftasını kutladığımız yıllardı bu dönemler. Bize bir bilinç aşılandığını hatırlamıyoruz. Tek hatırladığımız evden getirdiğimiz kuru yemişleri ve meyveleri kapışarak yediğimizdi. O nedenle bu haftayı ne anlama geldiğini bilmesek de severdik.

Anadolu kentlerinin en büyük eğlencesi sinema idi. Faytonlarla gezdirilen sinema afişleri ve megafonla kentin sinemasına gelen film duyurulurdu. En klişe duyuru cümlesi “Dikkat dikkat! Büyük fedakârlıklarla getirdiğimiz 36 kısım tekmili bir arada…” şeklinde başlayan cümlelerdi. Çocuklar ve gençler kovboy filmlerinin, macera filmlerinin takipçisiydiler. Konudan ziyade “esas oğlan”ın kim olduğu ilgilendirirdi çocukları.

Kadınlar ise birden fazla mendil ıslattıkları filmlerin müdavimiydiler. Bir filmde ne kadar çok ağlanıyorsa o film o kadar çok beğeni kazanırdı. Sinema dağıldığında bütün kadınların gözleri cenaze evinden çıkmışçasına ağlamaktan şiş şiş olurdu.

Ancak, sinema keyfinin doruğu yazın devreye giren açık hava sinemaları idi. Çakıl bir zeminde, tahta iskemleler üzerinde aldığımız zevk tarifsizdi.

Birbirine yakın yazlık sinemaların sesleri birbirlerine karışırdı.

Yakın evler, yüksek duvarlar sinemaları buradan izleme ayrıcalığına sahip olanlarla dolup taşardı.

Kış akşamları sinema dönüşleri ise en zoruydu. Sinemanın sıcak, büyülü atmosferinden gecenin karanlığında ve ayazında titreyerek evin yoluna koyulmak hiç hoşumuza gitmezdi. Zaman zaman bu soğuk sinema dönüşlerinde Amerika’da her evde sinema gibi seyredilen aletlerin olduğundan bahseder, kendimizi evin sıcaklığı içinde ayaklarımızı uzatmış sinema seyreder gibi hayal ederdik.

Demokrat Parti’nin iktidar yıllarıydı. Önceleri apar topar girdiğimiz Kore Savaşı, ilgi odağımızın merkezi olmuştu.

Gazetelerdeki gemilerle giden birliklerimizin resimleriyle gurur duyar; haberlerini ilgiyle okurduk. Sinemalarda film gösteriminden önce çeşitli haberlerin ve spor faaliyetlerinden kesitlerin verildiği bir kısa film gösterilirdi.

Kore’ye giden veya Kore’de bulunan birliklerimiz gösterildiğinde salonda bir alkış kopardı. Bizi ilgilendiren, işin gurur tarafıydı. Düşünmezdik “biz dünyanın öbür ucunda ne arıyoruz, neden oradayız” diye. Nasıl olsa yakınımız da yoktu orada tehlike altında olan. Sonra ölüm haberleri geldikçe, yaralılar Türkiye’ye ulaştıkça işin korku ve endişe yönü de toplumu etkilemeye başlamıştı.

Ancak, askerlerimizin kahramanlığından emindik. Kahvelerde, Albay Celal Dora komutasındaki Türk birliklerinin başta bayrağı vücuduna sarmış komutanıyla birlikte Kunuri’de düşman çemberini yarışının temsili resimleri asılır olmuştu.

Amerikalılar bize hayatlarını ve onurlarını borçluydular. Onları biz kurtarmıştık.

50’li yılların sonlarına doğru ajansı (akşam haberleri) okuyan Şerif Arzık’ın artık hepimize aşina sesini takiben “Vatan Cephesi”ne geçenlerin listesi okunurdu. Bu, iktidardaki Demokrat Parti’nin bir yan örgütü idi ve buraya geçenler güya iktidar partisini destekleyenlerdi.

Oku oku bitirilemeyen bir listeydi. Rivayete göre hayali isimler olduğu gibi, mezarlıklarda yatanların isimleri de bu arada okunuyordu. Hatta haberi olmadan vatan cephesine geçenler arasında isimleri okunanlar olduğu da söylenirdi.

Bilemediğimiz şey onlar vatan cephesine geçiyorlardı da, kalanlar hangi cephedeydi.

50-60’lı yıllara ilişkin anılar ve anlatılacaklar tabii bunlarla sınırlı değil. O yıllara yine döneceğiz.

O yılların yoksul, yalın, ancak gururlu ve umut dolu yıllarını birlikte yaşamaya devam edeceğiz.