NEREDE HATA YAPTIK? TÜRKİYE – GÜNEY KORE -1-

Türkiye mutlaka 50 yıl öncesinin Türkiye’si değildir. Ciddi hamleler yapılmıştır. Tarım ülkesinden bir sanayi ülkesine evrilmiştir. Ancak yeterli midir? Bu sorunun cevabını verebilmek için çokça yapıldığı gibi göreceli olarak emsal alınabilecek bir ülke ile karşılaştırmalı olarak durumumuzu, yani nereden başlayıp nereye geldiğimizi analiz ederek değerlendirme yolunu seçtik.

Türkiye’yi karşılaştıracağımız ülke, tarihi bir kesişme noktamız olmasını da dikkate alarak Güney Kore oldu.

Güney Kore Asya’nın en doğusunda Japon adalarının hemen karşısında yer alan Kore yarım adasının güneyinde 99.601 km²’lik bir alanı işgal etmektedir. Bilinen önemli bir coğrafi avantajı ve doğal zenginliği bulunmamaktadır.

1910 yılında Japonya tarafından işgal edilerek 35 yıl Japonya’nın tarımsal gereksinimlerini karşılayan bir geri bırakılmış sömürge olarak kullanılmış ve İkinci Dünya Savaşı’nın 1945 yılında sona ermesi ile bağımsızlığını kazanmıştır.

Ancak Kuzey Kore’nin 1950 yılında saldırması ile 1953 yılı ortalarına kadar 3 yıl kendisini bir kardeş kavgasının içerisinde bulmuş yakılmış, yıkılmış; Birleşmiş Milletlerin müdahalesi ile bağımsızlığını muhafaza edebilmiştir.

Türkiye’nin Kore ile esas olarak tanışması Kore savaşı ile başlamıştır. Birleşmiş Milletler şemsiyesi altındaki Türk birliğinin Kore halkının bağımsızlığı için onların saflarında fedakârca kahramanlıklar göstererek savaşmaları iki halkı ebedi bir dostlukla birleştirmiştir.

Bir koloni döneminin ardından yıkıcı bir savaş yaşayan Güney Kore tam manasıyla ekonomisi çökmüş, perişan ve yoksul bir ülkedir.

Çalışan nüfusun 2/3’ü tarım sektöründe istihdam edilirken, nüfusun yine buna yakın bölümü kırsal kesimlerde yani köylerde yaşamaktadır.

1962 yılında kişi başına milli geliri sadece 85 dolar ve ülkenin toplam ihracatı 50 milyon dolardır.

O tarihlerde Türkiye, Güney Kore’ye göre bir üst ligdedir. Kişi başına milli geliri 220 dolarla (bir sonraki yıl 249$) Güney Kore’nin nerede ise 3 katına, 380 milyon dolarlık ihracatı ise hemen hemen Güney Kore ihracatının 8 katına yakındır.

Biz Kurtuluş Savaşından itibaren savaş yaşamamışken, Güney Kore iki yıkıcı savaşla varını yoğunu kaybetmiştir.

1960’lı yılların başlarından itibaren iki ülkenin yükseliş hikâyesi farklı gelişmiş ve bugünün halen GYÜ’si (Gelişme Yolunda Ülke) Türkiye ile gelişmiş bir sanayi ülkesi olan Güney Kore ortaya çıkmıştır.
Japonya’da eğitim görmüş ve orduda Tümgeneral rütbesi ile görev yapan Park Chung Hee’nin 1961 yılında ihtilalle yönetimi ele geçirmesinden sonra Güney Kore’nin kaderi değişmeye başlamıştır.

Uzun yıllar süren Hee yönetimi ülke alt yapısını yaşanabilir bir hale getirdikten sonra sanayi alt yapısını geliştirmeye ve ihracata yöneltmeye önem verdiği kalkınma hamlesinde 70’li yıllarda ağır sanayi ve kimya sanayi, Chan Du Hwan’ın yönetimi devralmasından sonra 80’li yıllarda otomotiv, elektronik ve 90’lı yıllardan itibaren ise bilişim teknolojisini önceleyen bir politika izlenmiştir.

Hee yönetimi bu politikaları izlerken araç olarak Chaebol diye isimlendirilen büyük aile şirketlerini kullanmıştır.

Sıkı bir askeri rejim altında, yabancı yatırımcı olmaksızın tamamen milli bir sanayileşme politikası izlenmiş. Bankalar devlet yönetimine alınarak, bu şirketlere belirli görevler verilmek suretiyle bu bankalar vasıtasıyla uygun koşullarla finanse edilmişlerdir. Dışarıdan alınan kredi ve yardımlarda bu devletçi bankacılık sistemi aracılığıyla keza bu şirketlere aktarılmıştır.

Bu otoriter askeri yönetimler araç olarak kullandıkları Chaebollerin de yardımı ile 5’er yıllık hedefler koyarak, disiplinli bir plan uygulaması ve selektif bir anlayış ile uyguladıkları destek politikalarıyla kalkınmayı gerçekleştirdiler.

Tabii bunlar yapılırken ellerindeki en önemli sermayenin insan olduğu bilinci içerisinde eğitime önem verilmiştir. 1951 yılında toplam kamu harcamaları içerisinde %2,5 olan eğitimin payı, 1966’da %17’ye kadar çıkarılmış ve bu hep böyle devam ettirilmiştir. Yurt dışına çok miktarda genç eğitime gönderilerek bunlar ülkenin ve ekonominin hizmetine verilmiştir. Öğretmen yetiştirilmesine ve öğretmenliğin saygın ve tercih edilen bir meslek olmasına özen gösterilmiştir. Güney Kore günümüz Dünyasında okur-yazarlık oranının en üst düzeyde olduğu ülkelerden biridir. Güney Kore’de üniversite öncesi eğitimi tamamlayanların %90’ı üniversite eğitimini de tamamlamaktadır.

1980 yılında devlet başkanı olan Chon Du Hwan liberalleşme yönünde adımlar attı. Dengeli bir ekonomik büyümeyi hedefledi, piyasaları liberalleştirdi, ithalat kotalarını kaldırdı ve bankaları özelleştirdi.

1992 yılına kadar otoriter rejimlerle yönetilen Güney Kore, bu yıl yapılan seçimlerle demokratik yönetim tarzına kavuşmuş ve kalkınma hedeflerinin büyük ölçüde gerçekleşmesinin rahatlığı ile uygulanan ekonomi politikalarında liberalleşme hareketi hızlanmış ve Chaebollerin dışında kalan KOBİ ölçeğindeki firmaların ekonominin önemli figürleri olması için başlatılan çalışmalar güçlenerek devam ettirilmiştir.

1962 yılında ekonomik göstergeler itibariyle Güney Kore’den çok iyi durumda olan ülkemiz de zaman zaman ihtilallere, ihtilal denemelerine sahne olmuş, demokrasimiz askeri yönetimlerle kesintiye uğramıştır. Ancak tüm bu dönemlerde, yeni Cumhuriyetin kuruluşundan 1963 yılına kadar kesintisiz olarak izlenen bir politika vardır “Yerli sanayinin korunması”. Adına ithal ikameciliği denilen bu politika ile aynen Güney Kore’de olduğu gibi kaynaklar, özellikle devlet bankaları aracılıyla o günün büyükçe aile şirketlerine aktarılmış, bu firmalar ithalatın rekabetinden ithalat yasakları, kotalar, yüksek gümrük vergileri ve bu yetmediği takdirde devreye sokulan fonlarla korunmuştur.
Hatırlayınız batı standartlarına göre çok alt düzeyde olan otomobilleri batının yüksek standartlı araçları fiyatına aldığınızı. Hatta alamadığınızı demeliyiz. Çünkü sıraya girilir. Otomobilin tam bedeli ödenir. Sonra otomobili teslim almak için aylarca beklenirdi.

“Türkiye yürümeyen otomobiller, yürüyen çamaşır makineleri yapar.” deyimi halk diline pelesenk olmuştur.

Bir iki kısa anekdot için burada sözü Başkanımız Sayın Ertuğrul Önen’e bırakmak istiyoruz.

“Türk sanayisinin bilinçsiz hedefsiz şekilde korunması ile ilgili üç kısa anekdot aktarmak istiyorum.
1992 yılında yurtdışındaki diplomatik görevimden dönmüştüm. Yurtdışında görev yapanlar olarak, hakkımız olduğu için tüm ev eşyalarımızı gümrüksüz olarak ithal edebiliyorduk.

Gümrük memuru eve gelerek kontrolünü yaptı. Her şeyi tek tek inceledi. Sonra “Her şey tamam efendim sadece şu bulaşık makinesine fon ödeyeceksiniz.” dedi. Sordum. Nedenini bilmiyordu. Ankara’da görevime başladıktan sonra araştırdım. Bir özel sektör kuruluşumuz bulaşık makinesi hattı açmıştı. Bunun bedelini ödemiştim. Maliyette, kalitede rekabet yerine, yabancının elini kolunu bağlama ve faturasını tüketiciye çıkarma en kolay ve karlı yoldu.

1994 yılında Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı ikiye ayrılarak Dış Ticaret Müsteşarlığı kuruldu. Başbakan Sayın Tansu Çiller’in teklifi ile bu teşkilatın ilk müsteşarı oldum. Önümü görebilmek için tam resmi çekebilmek amacıyla bir dizi çalışma yaptırdım. Bileceğiniz üzere hep genel olarak ihracatın ithalatı karşılama oranından söz edilir. Ben bu oranların sektörler ve önemli şirketler ve gruplar için de hesaplanmasını istedim. Amacım bir sektörün ve grubun zar zor kazandığımız dövizlerin ne kadarını sağladığını ve buna karşılık bu havuzdan ne harcadığını çıkarmak idi.

Çok ünlü ve öne çıkan gruplarımız maalesef Türkiye ortalamasının çok altında bir performansa sahipti. İhracatı ithalatının ancak %10 – 15 ini karşılayabilenler vardı.

Yani büyük gruplarımızın ünlü holdinglerimizin birçoğu çarklarını çevirebilmek için fındık, üzüm, tekstil satarak elde ettiğimiz dövizlerimizi kullanıyorlardı. Kendi kazandıklarını değil.

Yedek subay olarak askerliğimi yapıyorum. Genç bir üsteğmenimiz var. Eski bir Fiat arabası var. Sürekli arıza yapıyor. Her gün onu tamir etmekten dolayı eli yüzü yağ, kara, içinde geziyor. Komutanımız alay ediyordu. Sen yanlış meslek seçmişsin diye.

Baktı olmayacak ailesinden de destek alarak parasını denkleştirdi. Bir Renault marka otomobil almak üzere bayiye parasını yatırdı. Teslim gününü beklemeye başladı. Aylar geçiyordu. Üsteğmene otomobili,teslim süresi geçmesine rağmen bir türlü teslim edilmiyordu. Komutanımız endişe ediyordu. “Bu çocuk bir delilik yapacak.” diye söyleniyordu.

Korkulan gerçek oldu. Üsteğmen bir şekilde yeni araç geleceğini haber alıyor ve şehrin İstanbul istikametinde beklemeye başlıyor. Otomobilleri getiren TIR’ı görünce, takiple sabah erkenden bayiye gidiyor ve henüz açılmamış bayinin önünde beklemeye başlıyor. Bayi açılıyor. Patron geliyor ve üsteğmene kendi aracının bu partide olmadığını söylüyor. Canına tak eden üsteğmen tabancayı çekiyor ve parasını ödediği, teslim süresi geçmiş aracını silah zoruyla alıyor. Allahtan olay büyümedi. Komutanımız araya girdi ve bayi şikâyetçi olmadı.” İşte size 60 yıllık, yani Güney Kore’ye göre iki kat uzun süre devam eden korumacılıktan anekdotlar.

60 yıllık korumacılığın sonuçları bunlar mı olmalıydı?”

Sayın Önen’e, gerçekten çarpıcı ve aynı oranda düşündürücü anekdotları için teşekkür ediyoruz.

İşte bu gerçeklerdir ki, üçe katladığımız Güney Kore bugün bizi birçok alanda üçe katlamıştır.

Bu konuya gelecek hafta da devam edeceğiz.